Sonuç: “Aldatıldık”, “Kandırıldık”, “İstismar Edildik”...
Giriş
Başta Türkiye olmak üzere bu coğrafyada olup biten tüm olaylar, 1- İç Dinamikler, 2- Bölgesel Dinamikler ve 3- Küresel Dinamiklere ve bu dinamiklerin bu coğrafyada çatışan 15 projesine bağlı olarak değerlendirilmek zorundadır. Türkiye, meselelerini ele alırken bu gerçeği görerek hareket etmelidir.
Türkiye’nin dini, mezhebi ve etnik sorunlarını, son yıllarda ısrarla dile getirilen, her derde deva olarak gösterilen “Başkanlık sistemini” merkeze alan “yeni bir anayasa” ile çözüme kavuşturması mümkün mü? Başkanlık, sistemi tıpkı “Kürt sorununda” olduğu gibi hiç tartışılmadan, ne getirip ne götüreceği konuşulmadan, her derde deva olarak sunulması, Türkiye’nin ana sorunun siyasetçiler tarafından iyi görülmediği, anlaşılmadığı veya anlaşılmak istenmediği manasına gelmektedir.
Sadece ‘Kürt sorununu’ ele aldığımızda ‘Kürt sorunu’ denen sorunun kökeni, temel nedeni nedir? Kürt sorununda çözüm denirken, taraflar neyi kastetmektedirler? Aynı kavramları kullananlar, aynı anlamlarımı anlamaktadırlar? Yoksa kavramlara tarafların yüklediği anlamlar, çok mu farklıdır? Türkiye’nin ana sorunu, gerçekten de Kürt sorunu mudur? Yoksa Kürt sorunu, daha ana sorunun bir sonucumudur? Kürt sorunu gibi sorunlar, zaman zaman ortaya çıkarılıp asıl sorun olan sistem sorunu, gözlerden kaçırılıyor mu?
Türkiye’nin kimlik krizi meselesi, gerçek anlamda ele alınıp tartışılmadan ve buna bir çözüm bulmadan, yapılan bütün tartışmalar ve arayışlar, bir sorunlar yumağını karşımıza çıkaracak; alt kimlikler, öne çıkarak etnik, mezhebi ve dini düzlemde kimlik arayışları hızlanacaktır.
Bu yazı serisinde bu konular ele alınacaktır. Türkiye’deki kimlik krizinin kökenlerine inmeye çalışılacaktır.
Türkiye’nin Ana Tezadı: Sistem Sorunu
Osmanlı’nın yüzlerce yıl içinde farklı dil, din, mezhep ve etnik yapıları bir potada eriterek, belli ortak paydalar etrafında inşa ettiği bir üst kimlik, Birinci Cihan savaşı ile Osmanlı’nın yıkılması sonucunda parçalanmıştır. Birinci cihan savaşından sonra, İslam coğrafyası, İslam’ın düşmanları tarafından, kavmi ve mezhebi eksende düşmanlık, fitne ve fesad kaynağı olacak şekilde farklı devletlere bölünmüştür. Sınırları cetvelle çizilmiş bu devletler, kuruldukları günden bugüne, hem birbirleri ile hem de kendi içindeki kavmi ve mezhebi sorunlarla boğuşmaktadır.
Lozan’da Cumhuriyetin kurucu kadroları, bir medeniyet tercihi yaparak İslam kültür ve medeniyet dairesinden Batı kültür ve medeniyet dairesine geçmeyi kabul ve taahhüt etmişlerdir. Bu uzlaşma sonucunda Türkiye Cumhuriyeti Devleti, İslam kültür ve medeniyetini benimsemiş olan bir milleti, “Kanunen ve cebren” değiştirmeye ve dönüştürmeye çalışmıştır. Cumhuriyet dönemindeki tüm sıkıntıların kökeninde, bu medeniyet değiştirme projesi yatmaktadır. Her iki medeniyet, birbirlerini tasfiye ya da etkisizleştirmede başarısız olunca, melez değerler sistemi oluşmuş; bu da, sosyal şizofreniye sebebiyet vermiştir. Ne zaman, ne yapacağı belli olmayan bir insan unsuru meydana gelmiştir.
Bunun için Türkiye’nin ana sorunu, asimilasyon politikalarını benimsemiş bir zihniyet ve sistem sorunudur. Diğer bütün sorunlar, bunun birer yan ürünüdür, yansımasıdır. Kürt Meselesini çözmek isteyen, Erbakan hariç, tüm siyasi iktidarlar, yanlış teşhis koydukları için yanlış isimlendirme yapmışlar, yanlış muhatap almışlar ve yanlış yol haritası ortaya koymuşlardır.
Ana Tezadın Sonucu: Kimlik Krizi Ya da Yabancılaşma
Meseleyi, kimlik düzleminde ele aldığımızda; Osmanlı’nın uzun bir tarih diliminde farklı mezhep ve etnik yapıları bir potada eriterek, belli ortak paydalar etrafında kader birliği ettirerek inşa ettiği üst kimlik, İttihatçı kadro tarafından Lozan’da verilen sözler çerçevesinde inkâr edilip parçalanmıştır. Anadolu coğrafyasında var olanların tümünün “saf kan Türk”(!) olmadığı bilinmesine rağmen yeni bir “ulusal kimlik” inşasına, ‘kanunen ve cebren’ başvurularak kin, nefret ve nifak tohumları bilerek ya da bilmeyerek bu topraklara ekmişler, bu ülkenin farklı etnik ve mezhebi unsurlarını birbirlerine yabancılaştırmışlardır:
“Necmettin Erbakan, 1994, Bingöl: Dedim ki, bu ülkenin evlatları asırlar boyu, mektebe başlarken besmeleyle başlar. Siz geldiniz, bu besmeleyi kaldırdınız. Ö ‘Türküm doğruyum çalışkanım’. E sen bunu söyleyince, öbür taraftan da, Kürt kökenli bir Müslüman evladı, ya öyle mi, ben de Kürdüm, daha doğruyum, daha çalışkanım deme hakkını kazandı. Ve böylece, siz bu ülkenin insanlarını birbirine yabancılaştırdınız. Bu ülkede hangi kökensin diye kimse kimseye sormazdı; çünkü, hepsi Müslüman evladı, hepsi Müslüman kardeşiydi. Onun için İlaç budur.” (1)
Nifak tohumlarını ekenler, bizzat içerdekilerdi; Dış güçler ise, ekilen bu zehirli tohumları, yeri ve zamanı geldiğinde kullanmak üzere korumuşlar, sulamışlar ve de beslemişlerdir.
Çözüm Sürecinde Yanlış Muhatap
Daha sonra geniş bir şekilde ele alacağımız kavmi kimlikler meselesi, Kur’an’a göre Allah’ın birer ayeti olup muhafaza edilmeli, gerekli olan tüm sosyo-kültürel haklar kendilerine sağlanmalı(49/13; 30/22) ve sosyo-ekonomik durumları, kuvvetlendirilmeli, herhangi bir ayırımcılığa tabi tutulmamalıdırlar. Kavimlerin asimilasyonu, Allah’ın iradesine ve ilahi kanuniyete karşı çıkmak olup toplumları ifsad etmek demektir.
Bundan dolayı biz ana sorunu, “Kürt sorunu” olarak değil, bir sistem ve bir zihniyet sorunu olarak görmekteyiz. Bu açıdan meseleye baktığımızda bu ülkede, sadece Kürtlerin ya da Alevilerin sorunu var değildir. Diğer tüm etnik ve mezhebi unsurların da sorunu vardır. Daha sonra ele alıp inceleyeceğimizden dolayı şimdilik özet olarak ifade edelim; bu ülkede etnik olarak Türkler, mezhep olarak da Sünniler asimile edilmişler, Batı kültür ve medeniyeti normlarına uygun formatlanmışlardır. Hangi kültür ve medeniyet normlarına, kurallarına ve kanunlarına göre yaşadıkları, yaşamak zorunda bırakıldıkları sorgulansın, durum açıklık kazanacaktır. Sadece Türk ve Sünni isimleri, birer Truva atı olarak kullanılmaktadır. O nedenle ülkenin bu bağlamdaki meseleleri, çözüme kavuşturulacaksa; mesele, bir bütün olarak ele alınmalıdır.
Bu açıdan meseleye yaklaşıldığında, AKP kurmayları sorunu, önce “Kürt Sorunu”, sonra “Demokratikleşme Süreci” ve daha sonra da “Çözüm Süreci” diye adlandırmış oldukları görülmektedir. İsimlendirme noktasında ortaya konulan bu tavır, kafalarının karışık olduğu anlamına gelmektedir.
Genel olarak, “çözüm sürecinin” muhatapları, sadece Kürt halkı değil; milleti oluşturan tüm kesimler olmalıdır. Bununla beraber mevcut pratik durumdan hareket ederek daha bir alt sorun olan “çözüm sürecini” (Kürt Sorununu) ele aldığımızda, muhataplık konusunda çok daha ciddi hatalar yapılmıştır.
“Çözüm sürecinde” Kürt halkının bizzat kendisi yerine, “bir terör ve taşeron örgüt” olan PKK’nın muhatap alınması, yapılmış olan en büyük yanlıştır. Ayrıca “3. Göz ya da Gözlemcinin” sürece dâhil edilmesi, yapılmış ikinci büyük hatadır. Ayrıca stratejik olarak yapılan ciddi hatalardan biri de, PKK-BDP/HDP’nin yanı sıra AKP Kürt milletvekili grubunun (BDP’nin mecliste 30 milletvekili varken AKP’nin mecliste 60 civarında milletvekili mevcuttu) ve Güneydoğu bölgesinde ya da Türkiye’nin farklı bölgelerinde Kürt halkının hakları için mücadele veren farklı Kürt örgütleri ya da diğer STK’ların ve Meclis’te bulunun muhalefet partilerinin muhatap alınmaması olmuştur. Bu nedenle AKP kurmayları, çözüm sürecini, bir sır gibi saklayarak bu kesimleri bilgilendirmemiş olmaları, yanlış olmuş ve sonuçta da hiç kimseyi memnun edememişlerdir. Bu noktada son iki aydır, Güneydoğudaki STK’larla birkaç kez görüşmüş olmaları, yaptıkları hatanın farkına vardıklarının bir işaretidir.
PKK-HDP’nin muhatap alınacağı zaman, bütün düzenlemeler yapıldıktan, Kürt halkının doğal hakları verildikten sonra; PKK militanlarının geleceğine ilişkin çözüm aşaması olmalıydı. Cumhurbaşkanı Özal ve Başbakan Demirel tarafından hazırlanan “Milli Güvenlik Kurulu Projesi”, PKK’nın silahlı kadrosunun geleceği ile ilgili bir çözüm arayışı idi. Bu proje ile ‘Dağdaki silahlı militanların silahlarıyla birlikte teslim olmaları, herhangi bir tutuklama olmadan beş yıl müddetle kamu haklarından kısıtlanma sonrası olağan toplumsal düzene adapte olmaları planlanmıştı’. ‘Bunun için birçok general de ikna edilmişti’(2). Ancak 24 Mayıs 1993 günü Elazığ - Bingöl karayolunda ‘acemi eğitim sonrası birliklerine gitmekte olan erleri taşıyan iki araç’, PKK tarafından durdurulup 33 er öldürülmüştü. Bu olay, tasarının hayata geçmesini engellemiştir.
PKK-BDP/HDP’nin tek olarak muhatap alınması, terör örgütüne meşruiyet kazandırmış ve AKP’nin doğal olarak yaptığı yasal düzenlemelerle iade edilen tüm haklar, “PKK tarafından silah zoruyla alınmış haklar” olarak kamuoyuna duyurulmuş ve Kürt halkına kabul ettirilmiştir. AKP yöneticileri, bu tutumları ile Kürt halkının önemli bir kesiminin, özellikle gençlerin, örgütün şemsiyesi altına girmesine, farkına varmadan, yardımcı olmuşlardır.
Sonuç: “Aldatıldık”, “Kandırıldık”, “İstismar Edildik” ve “Süreci Dondurduk”
Doğal olarak verilmesi gereken hakları, bir terör örgütünü aracı kılıp onunla pazarlık yaparak vermek, yanlıştı, ilahi sünnete aykırı idi; bu nedenle de işin bereketi olmadı. Bugün Çözüm sürecinin AKP kanadı, PKK-HDP tarafından “aldatıldıklarını” ve “ihanete uğradıklarını” söylemektedirler.
AKP kadroları, yanlış teşhis, yanlış muhatap ve yanlış yol haritası çizmenin yanlışlığı üzerinde durup tefekkür edecekleri yerde, hatalı davranarak daha tehlikeli bir dil, üslup kullanmakta ve yol tutmaktadırlar:
“Biliyorsunuz, 2013’te bize o zaman silahları bırakma sözü vermişlerdi. Ama sözlerini tutmadılar.” “Bizi aldattılar, kandırdılar”,
“Çözüm süreci buzdolabında”. “Çözüm sürecini unutun”. “Çözüm süreci bitti” (3).
Gelinen nokta, yanlış teşhis, yanlış muhatap ve yanlış yol tutulmasının doğal sonucudur. Öncelikle bu kabul edilmelidir.
Kaynaklar
1- Akın, K., Olay Adam Erbakan, Birey Yayıncılık, İstanbul, 2000, S:105-122.
2- Mater, N. “33 Erin Hesabını Kimden Soralım?” 02-09-2005 bianet.org.
3- 06.08.2015 Tarihli Değişik Medya.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.