Ahmet Hatiboğlu’nu Gemiler Geçmeyen Ummana Uğurladık...
Daha televizyon çok yeni, 1968 kışında haftada birkaç gün, birkaç saat ve sadece Ankara’da deneme yayını yapıyor... Radyonun bir müddet sonra sarsılmaya başlayacak saltanatı ise bütün ihtişamı ile sürüyor. “Dinî yayın” kayıtlı, kurallı. Gündüz veya akşam yapılanlar daha sıkı denetleniyor. Ramazan olunca bir de gecesi var; 1970’li yıllarda, ramazanların sahur vakitlerinde, radyodan yayılan o içe işleyen, gönlü kanadlandıran ve o zaman mahiyetini bilmediğimiz, salât ü selâmları, salât-ı ümmiyeleri, temcidleri seslendiren kimdi? Ruhumuzu yıkayarak sabah aydınlığına ulaştıran bu uhrevî sesin sahibini bilindik tarzda meşhurlardan olmadığı için yıllarca sonra öğrenebildik.
Bir süre sonra radyolarda dinî yayınlar yanında dini mûsıkî yayınları da duyulmaya başladı, sonra televizyonda da görüldü bu tür yayınlar... Ahmet Hatiboğlu böylece mûsıkî hafızamıza şekli şemaili ile yerleşti. Türkiye Yazarlar Birliği ona 1987’de “üstün hizmet” ödülü verdi... Tanışıklığı vicahiye çevirdik. Nice sonra Ahmet Hatiboğlu ve Türk Tasavvuf Mûsıkîsi Topluluğu ile güzel yol arkadaşlıkları yaptık. Mevlâna’nın 800. yılı hatırasına düzenlediğimiz toplantıdan sonra Mevleviliğin Balkanlara açılan menzili, o muhteşem Gelibolu Mevlevihanesi’nde yankılanan mûsıkî, yeryüzündeki millet olarak varlığımızı silinmez şekilde ortaya koyan Çanakkale şehidlerinin ruhuna ithaf edilen mehabetli bir dua idi.
Sonra daha öteye gittik Ahmet Hoca ile... Üsküp’e, Kalkandelen’e, Prizren’e, Ohri’ye... Yahya Kemal’in kaybolan şehrine neredeye bir asır sonra avdeti gibiydi Hatiboğlu topluluğunun Üsküp’te bulunuşu... Bu mûsıkîydi, zikirdi; bu Kur’an’dı, şiirdi... ve medeniyetimizin terennümcüsü Yahya Kemal’di...
Üsküp’ün Osmanlı çarşısındaki Murat Paşa Camii’nde Yahya Kemal’in ruhuna okuttuğumuz mevlidin uyandırdığı heyecan gözlerimizden süzülüyordu...
Seksen sene önce, 1935’te Türkiye dille ve mûsıkî ile yatıp kalkıyordu. Türk mûsıkîsi zamanın yegâne yayın cihazı olan radyolardan men edilmişti, öğretimi yasaklanmıştı. Tartışılan salonlarda, gazinolarda ve hatta düğünlerde icra edilip edilemeyeceği idi... Osmanlı’nın evrensel dillerinden biri böylece tamamen kesilmişti.
Türkçe’nin maruz bırakıldığı muamele bundan farklı değildi. Türkçe’nin yüzbinlerce kelimelik kamusu iptal edilmiş, zihnimiz 7-8 bin kelimelik cep kılavuzları ile sınırlanmıştı...
On yıllarca kesilmiş dillerimizin tekrar bütün zenginliği ile konuşur hale gelmesini bekledik. Bu mücadelenin isimli isimsiz kahramanları vardı. Ahmet Hatiboğlu hiç şüphesiz bu kahramanların önde gidenlerinden biri idi...
Türküler “halk müziği” olarak, ardından “sanat müziği” bir şekilde dönüş yaptı; her ne kadar ikinci sınıf muamelesine maruz bırakılsa da... Halkı derinden derine etkileyen, dilini zikre alıştıran, ruhunu aşkınlığa yönelten tekke mûsıkisi ne olacaktı?
Tekke’ler “seddedilmiş”; yani kapatılmış! Bu “meskenet yuvaları”nın adını anmak bile yasaktı.
Hatiboğlu, işte bu zor dönüşün kahramanı... Onun Ankara Radyosu’nda 1970’lerden beri “Türk Tasavvuf Mûsıkîsi” adı altında icra ettiği, aslında cami ve tekke müziğinden başka bir şey değildi. Ama o zaman ne “dinî mûsıkî”, ne de “tekke müziği” denilebilirdi.
Yalnız şunu unutmamalıyız: Ahmet Hatiboğlu bir tekrar değildi. Yüzlerce yıllık müktesebatımızı kavrayan bir yeniden doğuştu... Cami mûsıkisi ile tekke mûsıkisinin bir bütün halinde yeni formlarla zenginleştirilerek ifadesi...
Hayatını buna vermişti. Onu ve topluluğunu dünya gözü ile görerek defalarca dinledim... Evet haza mûsıkî idi... Hayır; dört başı mamur bir zikirdi...
Şimdi yerle bir edilen Halep’te, 2007’de Halep Üniversitesi ile müştereken düzenlediğimiz Mevlâna Sempozyumu’nun yapıldığı akşam icra edilen konser, salonu Suriye, Türkiye ve hatta bütün Osmanlı sınırlarını kapsar şekilde genişletmişti... Evet programda bazı Arapça “şugl”lar da vardı... Fakat ekserisi Türkçe sözlü eserler dinleyicilerin derinden etkilendiğini gösteriyor ve topluluk defalarca sahneye çağrılıyordu...
Ahmet Hoca’yı Türkistan’a götürmek, onun icra ettiği müziğin kaynaklandığı coğrafyada Osmanlı müziğinin kıtalar aşan ve iklimler kuşatan nağmelerini yankılandırmak... Bu arzumuzu Hoca heyecanla karşıladı. Türkçe’nin 10. Şiir Şöleni’nin yapılacağı Bişkek’e gitmek onun da güçlü bir arzusu idi... İki sene önce... Maalesef sağlığı elvermedi...
Şimdi hiç şüphe yok ki, “gemiler geçmeyen umman”da Mustafa Itrî efendi ile birlikte onun ruha işleyen nağmeleri yayılıyor...
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.