Yine Deniz Feneri... Kararda Yahudi parmağı var mı?
Baktım, son günlerde hemen herkes bir "itiraf"la başlıyor yazısına... "İtiraf ediyorum ki..." diye başlayıp, aslında gırgırını geçiyor ya da zehirini kusuyor!.. "İtiraf ediyorum ki..." diye başlayıp, "palavra" savuruyor... Hürriyet Genel Yayın Yönetmeni Ertuğrul Özkök'ün önceki günkü yazısı da "itiraf"la başlıyordu... Ertuğrul, "İtiraf ediyorum ki..." diye başladığı yazısında, "Deniz Feneri"yle ilgili haberlerin, aslında "haber yokluğu"ndan manşetlere taşındığını söylüyordu... Tabiî, "yalan" söylüyordu... Çünkü "Deniz Feneri" ile ilgili dâvânın ilk duruşmalarına, 10-15 kişiden oluşan "muhabir ordusu" gönderdiklerini çok iyi biliyorum... Yani bu haberler, "haber kesatlığından" filân değil, "hazırlıklı ve bilinçli bir kampanya"nın sonunda taşındı manşetlere!.. Yani, “kesatlık”tan değil, “fesatlık”tan!..
Hem, diyelim ki;
"Deniz Feneri dâvâsı"nın Almanya ayağı madem "haber kesatlığı"ndan manşetlere taşındı, peki önceki gün, "Şimdi Sıra Türkiye'de" başlığını sürmanşete taşıyıp, Zekeriya Karaman, Zahid Akman, Mustafa Çelik ve İsmail Karahan'ın fotoğraflarını yayınlamanın esbab-ı mucibesi ne?..
Demek ki, "bilinçli" bir kampanya!..
DÜĞMEYE 27 OCAK 1997’DE BASILDI
Her neyse... "İtiraf" sırası, şimdi bana geldi... Evet, ben de "itiraf" ediyorum ki; beni bu yazıyı yazmaya iten sebep, "Ertuğrul'un yazısındaki bir ifade"dir!..
Neydi o ifade;
"Evet, sizlere yemin ederek söylüyorum ki, Deniz Feneri haberleri Hüriyet'e böyle girdi.
Yani, iki arkadaşımızın gazetecilik refleksi ile!"
O haberler; "gazetecilik refleksi" ile mi, yoksa "habercilik şehveti" ile mi girdi, orasını bilemem...
Ama, ne yalan söyleyeyim;
Bu "gazetecilik refleksi" ifadesi, benim için de "tetikleyici" oldu!..
Düşündüm ve kendi kendime dedim ki;
"Ben niye gazetecilik refleksi ile yazı yazıp da, kafama takılanları gündeme getirmiyorum ki!?!"
Bu düşünceyle birlikte "gazetecilik refleksleri"mi harekete geçirdim ve olayı sorgulamaya bir "soru"yla başlamak istedim:
O soru şu:
"Deniz Feneri Dâvâsı'nın ve bu dâvâ üzerinden Kanal 7'nin hedef seçilip de Hürriyet'in manşetlerine taşınmasında, Siyonist İsrail'in ve Mason Locaları'nın bir dahli var mıdır?!?"
Biliyorum, şaşırdınız;
"Hoppalaa!.. Bu da nereden çıktı?"
Dedim ya, "gazetecilik refleksi!"
Çünkü gazeteciler, biraz "septik"tir, her olaya "şüphe" ile bakarlar!..
Ben de; "Deniz Feneri'nden ziyade Kanal 7'yi hedef alan kampanya" üzerine, taa gerilere gittim.
Evet, 27 Ocak 1997'ye!..
Çünkü, "28 Şubat Darbesi'nden sadece bir ay önce, İsrail Üst Konseyi'nden Büyük Amir Paul Veysset imzasıyla Türkiye Büyük Mason Locası'na gönderilen bir yazı"da şöyle bir "talimat" vardı:
"RP'yi, iktidarı bırakmaya zorlayacak her tedbiri alın!"
Tek "talimat" bu değildi.
Diğer talimatlar da şöyleydi:
- “Türk basınında ve ilgili mercilerdeki kardeşleri organize etmeniz ve RP'yi iktidarı bırakmaya zorlayacak tüm önlemleri almanız.
- RP'ye yönelik ilginin tamamen kaybını sağlayacak ve seçmenlerinin inanç ve güvenlerini kaybettirecek bir siyasi konjonktürü oluşturmanız.
- Antimasonik yayınları izlemeniz ve engellemeniz... RP sempatizanı basın organlarını ekonomik, politik ve adli baskılarla işlevlerini yapamaz hale getirmeniz.
- Mabetlerinizde gezen dönek masonlar 33. dereceye mukaddes ayinin bütün seremonilerini kaydettiler. Gerici İslâmî bir TV kanalı aracılığıyla bu filmlerin yayınlanmasından sonra, milyonlarca Türk seyircisi, mukaddes ayini izlediler. Halbuki bu mukaddes ayinin, altı dereceli kardeşlerimiz tarafından bile bilinmemesi gerekiyordu.”
Ama “asıl talimat” şuydu:
- “En baştan beri, Türk hükümeti, dinci gericilerin baskılarına boyun eğdi. Özellikle RP ve yöneticileri, kendilerine ait Kanal 7 isimli TV kanalında masonluk ve mason prensipleri aleyhindeki yayınlara izin verdiler. (...) RP'nin tavrı yeterince açık olduğuna göre, Fransa Üst Konseyi, ılımlı bir hükümetin teşkilini mecburi görmektedir."
Peki, böyle bir talimata niçin ihtiyaç duyulmuştu?.. İhtiyaç duyulmuştu, çünkü o dönemde Ahmet Hakan'ın sunduğu Haber Saati'nde "mason ayinlerinin içyüzü" deşifre edilmişti!..
İşte masonlar, bu "deşifrasyon"u hazmedememişler ve o günden bu yana da Kanal 7'ye diş biliyorlardı!.. Sizin anlayacağınız, düğmeye o gün basılmıştı!..
Ki, o "program"dan sonra "Ahmet Hakan'ın kirli çamaşırları"nın Milliyet tarafından ortaya dökülmesi ve aynen "Deniz Feneri" gibi, o günlerde de "İGDAŞ'la ilgili iddialar"ın gündeme getirilerek; "Ahmet Hakan Coşmuş!.. İskele Sancak, cepler dolacak!.. Ahmet Hakan lüplemiş!" manşetlerinin atılması, hiç de tesadüfi değildi!.. Plânlıydı, programlıydı!..
Dedim ya, "gazetecilik refleksi"yle hareket ediyorum... İşte bu refleks yüzündendir ki, o günden beri sorarım:
"Ahmet Hakan'ın, kartele transfer edilip de Müslümanlara çemkirtilmesinde, Mason localarının bir dahli var mıdır acaba?!?"
AYDIN BEY’İN YAHUDİ ORTAĞI!
Bu soruyu soruyor ve bir başka soruya geçiyorum:
"Deniz Feneri Dâvâsı'nın ve onun üzerinden Kanal 7'ye saldırılmasının ve bu yayınların da Aydın Doğan gazetelerinde kampanya haline dönüştürülmesinin arkasında, Aydın Doğan'ın Yahudi ortaklarının bir dahli var mıdır?!?"
Olayı biliyor olmalısınız...
16 Kasım 2006'da, Doğan Yayın Holding bünyesindeki Doğan TV'nin yüzde 25'i, Almanya'nın en büyük medya kuruluşlarından biri olan Axel Springer'e satılmıştı...
Peki, "Doğan TV'nin yüzde 25'ini" satın alarak "Aydın Doğan'a ortak" olan Axel Springer adlı bu şirket ne menem bir şirketti?..
Hemen ifade edeyim: Şirketin kurucusu Axel Springer denilen adam, 2 Mayıs 1912'de doğmuş, "Temmuz 1966'da İsrail'e ilk ziyaret"ini gerçekleştirmiş, 22 Eylül 1985'te Berlin'de ölmüş!.. Ama henüz "sağ" iken, yani "Ekim 1967"de, yani "İsrail'e ilk ziyaret"inden tam 1 yıl sonra; 5 maddelik "Strateji"sini, yani "yayıncılık prensipleri"ni açıklamış... Bu prensiplerden biri de aynen şöyle:
"Yahudi ve Almanlar arasında bir uzlaşma ortamının sağlanması ve İsrail Devleti'nin haklarının savunulması için mücadele edilecek!"
Merak ettiğim şu:
Aydın Doğan gazeteleri Almanya'daki dâvâyı "tek başlarına" mı takip ettiler, yoksa "Yahudi ortakları" da kendilerine yardımcı oldu mu?..
Bu arada; "Alman yargısındaki Yahudi egemenliği"ni de lütfen gözden ırak tutmayın!..
Deniz Feneri Dâvâsı’nın “mahkûmiyet”le sonuçlanmasında eğer Yahudilerin dahli yoksa, ben de “Sisi”yim!
Görüyorsunuz ya; insan, "gazetecilik refleksi" ile hareket edince taa nerelere gidiyor!..
Deniz Feneri ve Kanal 7'ye yönelik kampanya, "Mason localarındaki ayinler"den Almanya'daki Yahudi kuruluşu Axel Springer'e uzanan çizginin acaba neresindedir?!?
Kısacası, "misilleme"de bulunup "intikam"larını mı almışlardır?.. Yoksa sıra Kanal 7'ye mi gelmiştir?!?
MEHMET GÜRHAN’DAN ŞOK AÇIKLAMALAR!
Bu "kuşku"ları böylece dile getirdikten sonra, şimdi de gelelim "zurnanın zırt dediği" noktaya!..
Efendim, elimde; Deniz Feneri Dâvâsı'nda 5 yıl 10 ay hapis cezası alan Mehmet Gürhan'ın "dehşet açıklamaları" var!..
Açık ve net söyleyeyim:
Mehmet Gürhan'ın 18 Eylül 2008 tarihli "yazılı açıklaması"nı okuyuncaya kadar, "Deniz Feneri yöneticileri" için, içimde bir "şüphe" vardı... "Acaba" diyordum, "Acaba, bu kadar paradan ceplerine attıkları da oldu mu?"
Ama şimdi, ortada bir "yargılı infaz" olduğuna inanmaya başladım.
Neden mi?.. Buyurun, Mehmet Gürhan'ın açıklamalarını birlikte okuyalım:
- "Suçlandığım diğer bir konu, elden para çekme iddiasıdır. Alman yasalarına göre elden para çekmek suç değildir. Nitekim elden para çekme hususu Frankfurt Main savcılığında incelenmiş olup, 26.04.2004 tarihinde takipsizlik kararı verilmiştir."
- "Zaten önemli olan paranın elden çekilip çekilmemesi değil, yardımın yerine ulaşıp ulaşmadığıdır. Mahkemenin kararında amaç dışı kullanıldığı belirtilen 16 milyon Euro'nun tamamının yardım amacıyla kullanıldığı, mahkemenin elindeki 600 klasörde bulunan onbinlerce yardım alındı belgesi ile sabittir.
Bu belgelerin hiçbirisini dikkate almayan mahkeme, Firdevsi Ermiş'in beyanlarıyla bu kanaate ulaşmıştır."
- "Avukatlarımın hazırlayıp Alman mahkemesine sunduğu ifademin içeriği; avukatlarım, savcılık ve mahkeme heyeti arasında yapılan bir uzlaşmanın sonucudur. Çok kötü şartlardaki ağır tutukluluk halimin ve üzerimde oluşturulan baskının bir an önce sona erebilmesi için avukatım, önerilen uzlaşmayı kabul etmiştir.
Dolayısıyla "uzlaşma ifadem"de yazılı olan hususlar, gerçekleri tam olarak yansıtmamaktadır.
Hakimin, "uzlaşma olmasaydı dava sonuçsuz kalırdı" cümlesi de, bunun açık bir göstergesidir.
- "Uzlaşma sürecinde bana Türkiye ile ilgili suçlamalarda bulunmam için sürekli telkin ve pazarlık yapılmıştır! İfadem, anlattığım bu durum dikkate alınarak değerlendirilmelidir."
27 KİŞİLİK BİNAYA, 340 POLİSLE BASKIN!
- "Koparılan bunca fırtınanın ve girişilen bu aşağılık linç kampanyasının neredeyse tek dayanağı olan Firdevsi Ermiş isimli şahıs, ortağı ve yöneticisi olduğum şirketlerin ve Deniz Feneri e.V'nin muhasebe bölümlerinin tek sorumlusu, ayrıca Deniz Feneri e.V'nin imza yetkisi olan ikinci adamıdır.
Mahkeme sürecinde gösterdiği tavırlarla bu şahsın, Deniz Feneri e.V'ye ve yöneticisi olduğum şirketlere zarar verebilmek için bazı çevrelerce özel olarak görevlendirildiğini düşünüyorum. Zamanı gelince bu müfteri işbirlikçiye, şahsıma ve ortağı olduğum şirketlere vermiş olduğu maddi ve manevi zararların hesabını her türlü hukuki hakkımı kullanarak mutlaka soracağım."
- "Geriye dönüp baktığımda, en başından beri bu operasyonun siyasi bir operasyon olduğunu düşünüyorum. Aksi takdirde toplam 27 kişinin çalıştığı bir binaya 340 polisle ve binanın tüm açık kapılarının kırılarak bir baskın yapılmış olmasının mantığı nasıl izah edilebilir ki?"
- "Bu provokasyonun tüm amacı, dünyada yükselen ‘yoksul ve mazlumlarla dayanışma’ kültürünü yok etmektir. Soruşturmayı yürüten şahsın, soruşturma sürecince sergilediği tavırlar ve mahkeme salonundaki siyasi şovu da benim bu düşüncemi destekler niteliktedir. Fakat asıl üzücü olan taraf bu şov değil, bu provokasyona Türkiye'de bazı çevrelerin verdiği açık destektir."
VAKİT’İ DE BÖYLE İNFAZ ETMİŞLERDİ!
Bu ifadelerin hepsi önemli...
Ama, bana göre;
"27 kişinin çalıştığı bir binaya 340 polisle ve binanın tüm açık kapılarının kırılarak baskın yapılmış olması!.."
Mehmet Gürhan'a dâvânın en başından beri "Türkiye ile ilgili suçlamalarda bulunması için telkin ve pazarlık" yapılması!..
En önemlisi de;
Tıpkı Refah Partisi ile ilgili "Kayıp Trilyon Dâvâsı"nda olduğu gibi, "600 klasörde bulunan onbinlerce yardım alındı belgesi"nin dikkate alınmayarak, "Firdevsi Ermiş'in iftiraları"na göre karar verilmesi, benim çok dikkatimi çekti!..
Biliyorum, "Yine mi Yahudi parmağı arıyorsun?" diyecekler, bulunabilir!..
Evet, "her taşın altında" olduğu gibi bu olayda da "Yahudi parmağı" olduğunu düşünüyorum...
Kanal 7'nin "Masonların gizli ayinlerini deşifre" eden programları!.. "Almanya'daki Yahudi hakimiyeti" ve "Aydın Doğan'ın Yahudi ortağı Axel Springer'in Yahudi çıkarlarını savunmak için var olduğu" gibi gerçekler ortadayken, siz olsanız "Yahudi parmağı"nı düşünmez misiniz?..
Ben, "gazetecilik refleksi" ile böyle düşünüyorum!..
Unutmayın ki;
Vakit gibi bir gazetenin, sırf "İsrail düşmanlığı" yaptığı iddiasıyla, hem de "hiçbir yargı kararı olmadan ve de Hürriyet'in kışkırtmalarıyla yasaklandığı" bir ülkedir Almanya!..
Daha fazla söze hacet var mı?..
-------------------------
Genelkurmay’a tık yok!
Başbakan Tayyip Erdoğan, “Türkiye’de medyanın güven yitirdiğini” belirterek, AK Parti Teşkilâtı ve vatandaşlara seslenip; “Yalan yanlış haberler yapan medyaya karşı sizler de kampanyanızı başlatın, bu gazeteleri almayın, evinize sokmayın!” dedi ya, bir gürültü, bir gürültü!..
CHP’sinden İllegal Konsey’ine, TGC’sinden bilmem nesine kadar dediler ki; “Bu bir sansür çağrısıdır, bu bir ambargodur, bu bir antidemokrat zihniyet örneğidir!”
İşte ben de bu zihniyeti anlayamıyorum... Ne yani, vatandaşlar “yalan-yanlış gazeteler”i mi alsın evine?.. Onları okuyup da “Yalan söylemenin on kuralı”nı mı öğrensin?!?..
Hadi, bunu geçtik... Deniz Baykal ve Oktay Ekşi; Erdoğan’ın “boykot çağrısı”na karşı efeleniyorlar da, “Genelkurmay’ın akredite uygulaması”na niye “gık”ları çıkmıyor!..
“Yiğitlik”(!)leri süngüye kadar mı?!?.
Öyle ya; Genelkurmay, sadece “gazete”lere değil, “gazeteci”ye de ambargo uyguluyor... Yani, “çifte sansür” uyguluyor!..
Ama, “süngü yandaşları”ndan tık yok!