Başımız Sağ Olsun; Türkiye Var Olsun!
Mehmet Niyazi Özdemir Bey, ‘Tarihî gerçeklere uymuyor’ başlıklı yazısında ‘başımız sağ olsun’ veya ‘Türkiye, payitahtımız sağ olsun’ anlamını veya deyimini hatırlatan satırlar kaleme almıştır. 1911 yılı ve sonrası Osmanlı İmparatorluğu için ölüm kalım veya sekerat anıdır.
Seri harplerin yaşandığı bir dönem ve tarihi dilimdir. Bu dönemle ilgili olarak Osmanlıları, etraflarına, sınır boylarına, eyaletlerine himmetsizlik göstermekle, yeteri kadar sahip çıkmamakla, ilgilenmemekle ilgili suçlamalar yöneltilir. Suçlamalar ve suçlayanlar boldur. Bunlardan birisi de Mehmet Niyazi Özdemir’in çok sevdiği Muhammed Esed’dir. Suçlamaları yüzeyseldir. Osmanlı savunma pozisyonundadır ve hamle gücünü kaybetmiştir.
Şaşaalı günler geride ve mazide kalmıştır. Mehmet Niyazi Bey’in aktardığına göre, Muhammed Esed İtalyanların Libya’yı işgaline şöyle analiz ediyor; ‘Çünkü birkaç yıl önce Senusi’yi kavgada tek başına bırakıp Libya’yı İtalyanlara terk eden Türklere karşı ödemesi gereken en küçük bir sadakat borcu yoktu.’
İtalyanlar Libya’yı işgal etmeye başladığında Enver ve Eşref Kuşçubaşı beyler Harbiye Nazırlığı’nı ziyaret ederler. Ertesi gün Nazır onlara şu cevabı verir: “Hiçbir gemimiz Marmara’nın dışına çıkamaz. Size nakdi bir yardımda bulunamayız. Yalnız sizi izinli addederiz, Libya’da üstünlük sağlarsanız onu devletin defterine yazarız; yenilirseniz sizi ordudan tart ederiz.” Bunun üzerine Enver Bey’in evinde genç subaylarla toplantı yaparlar. Enver ve Eşref beyler gidecek, bir ümit ışığı görürlerse, diğerlerini çağıracaklardı. Eşref Bey Salihli’deki çiftliğinde bulunan atları satar; yük gemisiyle İskenderiye’ye revan olurlar. Oradaki ahaliden epeyce yardım toplayıp Libya’da Seyyid Ahmet’i ziyaret ederler. Bu muhterem zat da kabilesindeki gençlere emirler verir. Diğer genç subayların da kendilerine katılmasıyla İtalyanları sahile çivilerler.
***
Bu arada Balkan Savaşı patlak verir ve Bulgarlar İspartakule önlerine ve Büyükçekmece gölünün yakınlarındaki Muratlı tepelerine kadar gelince Harbiye Nazırı, Enver Bey’e bir mektup yazar ve durumu arz eder “Buraya gelin, aksi takdirde İstanbul elden gidiyor.” Bunun üzerine Enver ve Eşref beyler Seyyid Ahmet’i ziyaret ederler, Harbiye Nazırı’nın mektubunu okurlar. Enver Bey; ‘Şeyhim, siz bize güvenerek bu savaşı göğüslediniz. Durum bu, ne yapmamızı tavsiye edersiniz?’ demesi üzerine Senusi gözyaşlarıyla şu karşılığı verir: “Gidin evlatlarım, İstanbul bizim kalbimizdir. Libya kolumuz, bacağımızdır. Kolumuzu, bacağımızı kaybedersek biz yine yaşarız; İstanbul elimizden çıkarsa yaşayamayız.”
Anahtar cümle burasıdır. Kıyılarımızın köşelerimizin veya vilayetlerimizin payitahta ve İstanbul’a bakışı budur. İstanbul’da yaşayan Abdulkadir el Cezairi’nin torunlarından Rıza Bey de aynısını veya aynı yaklaşımı dedesi Abdulkadir el Cezairi’den aktarır.
Cezayir donanması 1827 yılında Navarin’de yok olur. Onlar ise bu yok oluşa veya donanmalarının yok oluşuna metelik vermezler. Bu da bir bloklar savaşıdır. Osmanlı’ya karşı Rusların da katılımıyla bir deniz Haçlı seferidir. Üç yıl sonra savunmasız kalan Cezayir’e Fransızlar çullanırlar, ülkeyi baştan sona işgal ederler. Cezayirliler 130 yıl sömürge altında kalırlar. Ama son sözleri şu olur: İstanbul yolunda Cezayir feda olsun. Son kalemiz ve başımız sağ olsun!
Bugün dahi inanmış Arapların İstanbul’a manevi bakışları değişmemiştir.
Nitekim, Kuveytli düşünür Abdullah Fehd Nefisi Yemen’de Taiz’deki mücadele ile Ankara’daki mücadeleyi ortak bir cephenin farklı hatları olarak görmektedir.
Cepheler arasında özde bir fark yoktur. Taiz cephesi Ankara cephesinin bir uzantısıdır. Bunlar ortak cephenin parçaları ve mütemmim cüzleri ve unsurlarıdır. Arap Baharı’nı söndürmek isteyenlerin ulaşmak ve ilişmek istedikleri son kale İstanbul-Ankara olmuştur. Dolayısıyla seçim zaferi Yusuf Karadavi’nin ifadesiyle umutların yeşermesi olmuştur. Emperyalizme ve sömürgecilerin geride bıraktıkları çarpık sisteme karşı son direniş hattı olan Arap Baharı hattının son kalesini de yıkmak, ele geçirmek istiyorlardı. Bu yüzden de ümmetin nabzı seçimlerde Türkiye’de attı.
Araplar seçimlerde Türkiye ile özdeşleştiler. Seçimlerin yapıldığı akşamı Arap seyirciler ekranlara kilitlendiler. Arap algısıyla veya Arapların gözüyle bu seçimler Arapların zaferi ve Batı’nın hüsranıyla sonuçlanmıştır. Bu kabaca bir tasnif olmakla birlikte doğrudur. Daha doğrusu bu seçimler Arap mazlumlarıyla, Müslüman mustazaflarla Batılı zalimler arasında geçmiştir. Bu nedenle de seçimin mağlubu Batılı başkentler ile Dahi Halfan, Sisi, Muhammed Dahlan, Halife Hafter, Hamaney, Esat ve Abbadi ekseni olmuştur. Galibi ise Suriye halkı Gazzeliler ve bütün mazlumlardır.
Mısırlı Kıpti veya Mısırlı Soros Necip Savires’in ifadesiyle şer ekseni Türkiye-Katar veya Suudi Arabistan değil aksine İsrail’in hamisi karşıt bloktur. Bu seçimler Ankara’nın dışında yaşanmasa da Kahire, Riyad, Tunus, Rabat, Kuveyt, Ebu Dabi ve Sanaa’da da güçlü bir biçimde hissedilmiştir. Tahran-Vahran Şiileştirme hattına mukabil bütün mazlumları birleştiren ve Türkiye üzerinden geçen bir ümmet hattı bulunmaktadır. Mazlum İslam başkentleriyle Türkiye arasında görünmez manevi bağlar vardır. Hepsi de ağız birliği ederek; Ahmet Şerif Sunisi’nin ifadesiyle, ‘başımız sağ olsun, Türkiye var olsun, dostlar, başlar sağ olsun’ diyorlar. Tam bir siyasi diğerkamlıkla kendilerini unutarak, kendilerinden geçerek üzerimize titriyorlar. Şerif Hüseyin ve Abdulkadir el Cezairi gibi.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.