Temellere Dönüş
1970'li yıllarda Amerika'da eğitim konusunda ciddi tartışmalar başladı. Amerikan ilk ve orta öğretim kurumlarında verilen eğitimin kalitesi alarm zillerini çaldırıyordu. Öğrenciler son derece niteliksiz bir biçimde mezun oluyorlardı. Öyle ki okuldan mezun olan öğrencilerin mühim bir kısmı doğru dürüst okuma yazma bile bilmiyordu. İş dünyası, yetişen genç neslin içinden ihtiyaç duyduğu nitelikte personeli bulamamaktan şikayetçiydi. 1968 yılından beri ülkenin başında olan muhafazakâr Richard Nixon 1972 yılında yapılan seçimleri bir kez daha kazanmıştı. Parklarda, bahçelerde, caddelerdeki tabelaları bile okuyamayan, dört işlemde zorlanan bir nesli karşısında bulan ülkenin eğitimcileri, muhafazakâr iktidarın da yoğun desteği ve yönlendirmesi ile esaslı bir reform için harekete geçtiler.
Reforma "back to basics" ismi verildi. Yani "temellere dönüş".
Amerikalılar 1972 yılında "Milli Eğitim Enstitüsü'nü"[1] kurdular. Bu kurum eğitimdeki berbat vaziyeti düzeltmek için bilimsel araştırmalar yapmak ve yaptırmak gibi bir amaca sahipti.
Bütün dikkatler en temel üç nokta üzerine teksif edildi: okuma, yazma ve aritmetik. Öğrenci odaklılık adına yapılan çalışmalar neticesinde öğretmenlerin sınıflarda zayıflayan rolleri ciddi bir problem olarak görüldü. Öğretmenlerin sınıflarında tekrar baskın ve belirleyici roller üstlenmesine karar verildi. Disiplin sıkılaştırıldı. Hatta "dayak" bile yeniden bir disiplin metodu olarak benimsendi. Kılık kıyafet ile ilgili kurallar, öğrencilerin saçlarını ve takılarını bile düzenleyecek şekilde sıkılaştırıldı. Sürekli alıştırmalar, günlük ödevler ve sık sık yapılan sınavların yer aldığı bir sisteme geçildi. Resim, örgü, beden ve cinsellik eğitimi gibi dersler müfredattan çıkartıldı. Sonraki sınıfa geçmek için önceki sınıfta harcanan zamanın değil, yapılacak sınavlarda bilgi ve beceriyi ispat etmenin esas olduğu bir sistem getirildi. Yani sadece okula gittiği için kimse sınıfını geçemeyecekti. Seçmeli dersler kaldırıldı ve zorunlu derslerin saatleri arttırıldı. Her türlü "yenilik" yasaklandı. Sınıflarda yeni teknolojilerin yahut yeni öğretim tekniklerinin denenmesi istenmiyordu. Müfredata "milliyetçilik ve tanrı sevgisi" öğretimi yeniden yerleştirildi. [2]
"Missouri Mathematics Effectiveness Project" ("Missouri Matematikte Verimlilik Projesi") bu çalışmalar kapsamında hayata geçirilen çok önemli bir projeydi.[3]Bu proje ile, sınıftaki eğitim süreci ile bu sürecin çıktısı olan başarı yahut "ürün" arasındaki ilişkinin tanımlanması hedefleniyordu. Okul bir fabrika gibi, mezun olan öğrenci de bu fabrikanın üretim bandından çıkan ürün gibi görülmek isteniyordu. Ürün kalitesi için nasıl kontroller yapılıyorsa, öğrencilerin kalitesi de standart testlerle ölçülmeliydi. Bu yüzden tüm okullarda aynı şekilde ve zamanlarda uygulanan, genel, tüm öğrencilerin beraber girdiği sınavlar düzenlenmeye başlandı.
Amerikan eğitim sisteminde yaşanan bu değişikliklerin etkileri, birkaç yıl sonra bizim eğitim sistemimiz üzerinde de görülmeye başlandı. Seksen darbesinden sonra yeniden tanzim edilen Türk eğitim sistemi Amerikalıların bu "temellere dönüş" hareketinden çok kuvvetli izler taşır.
Bu yaklaşımlar Amerika ve ülkemize ne getirdi, ne götürdü diye uzun uzun tartışmak lazım. Benim dikkati çekmek istediğim husus, ortaya çıkan bir problemi görebilmek, tanımlayabilmek ve o problemi çözmek üzere -doğru veya yanlış- tedbirler alabilmek noktasında Amerikalıların gösterdiği iradedir.
Bugün bizim eğitim sistemimizde de yukarıda anlattığıma benzer, çok derin, çok ciddi problemler var. Ama maalesef bu problemleri ne "görüyoruz" ne "tanımlayabiliyoruz". Tabiatıyla da göremediğimiz problemlere çözümler üretemiyoruz. Sanki bizim çocuklarımız doğru düzgün okuyup yazabiliyormuş gibi, dört işlemi doğru düzgün yapabiliyormuş gibi düşünüyoruz. Bilgi ve becerilerine bakmadan sınıfları birer birer atlatmamız yetmez gibi bir de neredeyse liseden mezun olan tüm çocuklarımızı üniversitelere kabul ediyoruz.
Neticede "hocam pi nedir?" diye soran ama bunu sorarken pi sayısının değerini değil, ne olduğunu öğrenmek isteyen mühendislik fakültesi öğrencileriyle karşılaşıyoruz. Hayatında tek bir roman, tek bir hikâye kitabı okumamış edebiyat fakültesi öğrencilerimiz var bugün.
Eğitimdeki faciayı önlemek için adımlar atmak yerine çocukların eline ne işe yarayacağı dahi bilinmeyen pahalı tabletler vererek eğitimde kaliteyi arttırmanın hayalini kuran güdük, verimsiz, hedefsiz bir eğitim siyasetine hapsolmuş vaziyetteyiz.
Halbuki bizim de bir "temellere dönüş" hareketine ihtiyacımız var.
Ancak Amerika örneğindeki gibi "gerici" bir hareketten bahsetmiyorum.
Okuma, yazma, toplama, çıkarma gibi konulardaki eksikliklerimize rağmen bu konularda becerileri arttırma girişimlerinden de bahsetmiyorum.
Çünkü bizim çözüm bekleyen, daha temel, daha asli, daha derin problemlerimiz var.
Bizi "düştüğümüz yerden kaldıracak" çok daha temel meseleleri yeniden ele almaktan bahsediyorum.
Yetişen insanımıza kazandıramadığımız en temel melekelerden...
Toplumumuzdaki çeşitliliğe, kavgaya, bölünmüşlüğe rağmen üzerinde kolaylıkla ittifak edebileceğimiz ortak paydalardan...
Keşke ortaya güçlü bir irade koyabilsek.
Mesela önümüzdeki beş seneyi "yalanla mücadele yılları" ilan edebilsek.
Tüm ilkokullarımızda, o pırıl pırıl yavrularımıza ne olursa olsun, velev ki şaka için olsa bile yalan söylememeyi öğretebilsek. Öğretmenlerimizle, okul kitaplarımızla, televizyon programlarımızla, internet sitelerimizle top yekûn yalanla mücadeleye girişsek. Dizilerimizde, filmlerimizde en kötü karakter yalan söyleyen karakter olsa. Yalan söylediği ortaya çıkan siyasetçi, iş adamı, gazeteci, bürokrat, kim olursa olsun herkes tarafından kınansa, rezil edilip yerin dibine sokulsa, insan içine çıkamaz hâle gelse. Körpe zihinler, yalanı hayatının standardı haline getirenlere dar gelecek bir istikbalin mimarları olarak yetişseler.
Yahut mesela önümüzdeki beş seneyi "sözünde durmayı öğrenme" yılları yapsak.
Sınıflara doluşan cıvıl cıvıl miniklere, verilen sözleri tutmanın bir haysiyet meselesi olduğunu kavratabilsek. Sözünden dönmenin, insanları aldatmanın ne kadar aşağılık bir fiil olduğunu benimsetebilsek. Söz verdiği işi söz verdiği zamanda ve söz verdiği nitelikte teslim edenleri baş tacı yapsak. Söz verdiği dakikada söz verdiği yerde olmayı prensip haline getirenleri alkışlasak. Ülkemizi "söz verdiğinde canı pahasına sözünü tutan insanların ülkesi" olarak bilinir hale getirebilsek.
Hak yememek, helâl kazanmak, çok çalışmak, zayıfların, mazlumların imdadına yetişmek, ıslahçı olmak, bilgiyi ve mahareti kavrayıp takdir edebilmek, akrabaya ve komşuya sahip çıkmak, adaletle hükmetmek, adaletsizliklerle mücadele etmek gibi üzerinde durabileceğimiz o kadar çok "temel" meselemiz var ki...
Hiçbir teknolojik devrim bu temel meseleleri çocuklarımıza öğretemez.
Devrimin yeri herhalde zihinlerimiz olmalıdır.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.