“Türkü Yazıları”
Ey azizan!
Âhir ömrüme geldim, geriye doğru çeyrek asır var ki, tasavvuf menşeli manzumelerden bestelenen, asırlar boyu gönlümüzü mânevî sevgi, hüzün ve ıstıraplarla demleyen, idrakimizi insan-ı kâmillerin yoluna sevkeden tekke ve dergâh işi aziz türkülerimiz hakkında nâçizane bin miligramlık türkü yazıları kalem almaya çalıştım.
Buna rağmen, milletimizin kültür değerlerinden biri olan türkülerimizin şânına yakışacak kudrette gönlümü kandıracak bir yazı yazamadığıma hayıflanırım. Bu gaye ve duygumu bir yazı şimdilik yerine getirdi ki, arada bir okur, gönlümü âbad ve teselli ederim.
Fikir ve gönül dostum İsmail Göktürk yazmıştı bu yazıyı hayli zaman evvel. Amma nasıl yazmıştı; modernizme ve kuru yavan takur tukur eden yazılara meydan okuyan, âmâ üstadım Cemil Meriç’in ifadesiyle “İsrafil’in sûru gibi heybetli bir dile” yazmıştı. Bilen bilir bu yazının gönülleri ve idrakleri sarsıcı gücünü…
Türk milletinin gönlünü yozlaştırılmamış türkülerde arayan ehl-i gönüller için paylaşmayı vazife addettim. Kendinize bir çay söyleyip, dış dünyadan el etek çekerek bir memleket türküsü eşliğinde okumanızı dilerim:
“TÜRKÜ YAZILARI
-Muhterem Hocam Muzaffer GÖZÜKARA'nın ‘Türkü Yazıları’ isimli manzumesine âcizâne bir şerhtir-
Yüreği ağzına kadar doluydu... Azık olarak çileyi ve aşkı almıştı. Hayatı idâme ettirmenin gerek ve yeter şartı, ekmek su gibi katıksız nimet olan çile ve aşk... "Uzun İnce bir yolda" toza toprağa belendiği yer Anadolu’ydu.
Yüreği ağzına kadar doluydu. Bir kelam, bir nazar, bir şekil mızrap olup ezgilerin sıkıştırdığı yüreğe dokunmuş olsaydı, ebediyete gerilmiş teller, bir bir kopacaktı. "Bir türkü" diyordu. Şehâdet makamına bir adım kala, gözlerinde "bir yudum su" feryadıyla kıvranan bir yaralının sancısıyla, "bir türkü" diyordu.
Kanayan bir yaraydı yürek, bir türküyle dağlanmalıydı. Yumdu gözlerini. Sırılsıklam sevdalı, tutundu bir allı turnanın kanatlarına.
Adı "ana"ydı kadının. Yıllar var ki, bir haber alamamıştı Yemen'e yolladığı yavrusundan. Büyütüp beslemiş, esker eylemişti. Bir döneydi yavrusu elleriyle yedirecekti, tandır kömbelerini. Kaygana yapacaktı, bir tas da ayran. Öpüp koklayacaktı sonra. Dönüp gelebilenler, "bir çift potinle bir de fes", bir ağıtlık nefes getirmişlerdi ondan. Ana, şehâdete duyduğu müebbet ihtiramla yüreğinin ortasına yerleştirdi acısını. Türkülerin hasını yaktı oğluna. Oğluna ve onun şehit dostlarına...
Yüreği ağzına kadar doluydu. Yaranın kanı durmamıştı. "Bir türkü" diyordu, mehterin serhat boylarında vurduğu. Kılıcının şavkıyla aydınlanan delişmenlik çağlarından arta kalan türkü. Üzengiye bastı mı eyere yerleşmeden Tuna'yı aştığı zamanların türküsü. Kadırgaların kalyonlara rampasında denizler çatırdarken bir levendin dilinde titreyen türkü. "Yiğit olan döne döne dövüşür" diyen türkü...
Kan kesif bir halde akmaktadır. Serin demir yarayı dağlayamamıştır. "Toprağa basmalıdır deli gönül" Bazen çöllerde isimsiz bir mezar, bazen sularda kefensiz şehit, bazen çemberde amansız bir yiğit olmalıdır. Yangınlar içinde uzayan çöle, bir yayla pınarı gibi akmalıdır kanı. Sarıkamış'ta "Kar Çiçekleri"ne dönüşmelidir; bir kartal olmalıdır "Dargo"da. Kafkas dağlarını moskof'a zindan etmelidir. Sonra, yönünü çevirdiğin her sınır cephe olmalıdır. Trablusgarp'tan, Mısır'dan, Filistin'den, Suriye'den, Kafkaslar'dan, Balkanlar'dan kan revan içinde düşmelidir, Anadolu'ya. Anadolu, binyılın kalesi, düşmelidir yeniden alınmak için...
Bir yiğittir o. "Adı yiğitlerle okunur". Kıtlığı, seferberlik yıllarını yaşamıştır. Evdeşini ellerinin kınası kurumadan Allah'a emanet edip düşmüştür yollara. Sırtında boyundan büyük mavzeri taşımaktan yorgun düşünce, bağdaş kurup bir küflü ekmek olan tayını yerken "cepheye varmadan şehit olmasam" diye dua etmiştir.
Boynu bükük uçmuştur göllerden sunalar ve dönmemişlerdir. Sonra bir karayılan gibi çöreklenmiştir memlekete zulüm. Gâvur Müslüman bellisiz olduğunda, darağaçlarında ıslıklanan rüzgâr, garip bir türkü. Gözyaşı bir türkü, hep yaşlı bir türkü, bir gönül türküsü, bir ayrılık türküsü, bir verem türküsü, bir tükeniş, bir ölüm türküsüdür...
Yüreği ağzına kadar doluydu. Kan kesilmek bir yana, şorlamaya durmuştu. "Aman bir türkü" diyordu. Bir âh türküsü. Varılmak istenen varılamayan, olunmak istenen olunamayan, ölünmek istenen ölünemeyen bir türkü...
Yetimlerin yoksulların yurdu olduğu kadar, vurguncuların, yağmacıların da yurdudur Anadolu.
"Bir kişiye tam dokuz, dokuz kişiye bir pul" düşmüştür. Adı, Müslüman Anadolu insanının öteden beri yavrularına vurduğu isimlerden bir isimdir. Yapılan taksimde ona, rızkını el aralıklarında ahır temizleyerek, itilip kakılarak kazanmak düşmüştür. Ayak yalın baş açık çobanlık yapan kardeşinin kavalında, anadan yetim, babadan yetim, bayramda eli öpülecek kimsesi olmayan bir türkü çalar...
Anadolu'nun çehresi değişmiştir. Drama köprüsü nerededir bilmez çocuklar ama Hasan'ı tanır. Silahlar oyuncakçıda satılır, ama Hasan'ın "martini" satılmaz. Tuna'nın inadı kırılmıştır, artık akmam diyemez. Sivastopol önündeki "Yıkık Minare" ne olmuştur kim bilir?
Kağnılar, Çete Bayramlarında asfalt yollardan geçirilir. Çetelerin, efelerin, zeybeklerin türkülerinde ezgisi vardır kağnı gıcırtılarının. Koca bir hüzün medeniyetinden geriye, kala kala türküler kalmıştır. Bu yarayı hem kanatan, hem dağlayan, hem onacak olan türküler. "Ne şirin dert bu, dermandan içeri"...
Dün olduğu gibi insan, bizim insanımız, türkü, bizim türkülerimizdi. Bu sazın telleri hüzne, gurbete, hasrete, aşka akortluydu. Yani, insana özgü değerlere...
Ama kan hiç durmadan akıyordu. Yara belki kurşun yarasıydı, belki sevda yarası, belki yoksulluk, belki bir söylenmez, adı anılmaz yara. "Bir türkü diyordu."
"Harmanı yanan bir ihtiyarın yoksulluğunca yanan" bir türkü. Köyünden toprağından kopup üç kuruşluk helal lokma ya da üç kuruşluk tahsil uğruna şehirlerde yokluk perişanlıkla türlü hastalıkların pençesinde can veren "Celal oğlanların" türküsü. Kuru yerde yatan, ayağına dikenler batan, soğuk sularla yunulan bir türkü...
Kan durur gibi olmuştu. Saz durmamalıydı. "Benim sadık yârim" diyerek toprağa yürümeye vurmalıydı. Bir mezar türküsü vurmalıydı, üzeri otlar kaplı, bir Fatiha'ya muhtaç, bir duaya hasret olmanın türküsünü vurmalıydı...
Kan durmuş, yürek yorulmuştu.
Mızrap sazın son telinde Anadolu'yu ve Anadolu insanını anlatıyordu. "Bir türküyüm ben, adı sanı bilinmeyen, dillere hiç düşmeyen, sazı sözü olmayan, hiç olmayan bir türkü..."
-----------------------------
MOSTAR GENÇLİK SÖYLEŞİLERİNE ÇIKAN BİR FÜTÜHAT ERİ
Ey azizan!
Bir havadisim var ki Mostar-Semerkand gönüllüleri sevinecek yine. Türkiye Yazarlar Birliği Kahramanmaraş Şube Başkanı, KSÜ Öğretim Görevlisi İsmail Göktürk, Türkiye’nin dört bucağında yapılan “Mostar Gençlik Söyleşileri” adıyla kültür fütuhatını bu kez Mostar Gençlik Grubu Temsilcilerinden Ferhat Ağca ile birlikte Kırşehir’de tamam edip döndü. Gittiği her şehirde İslâm medeniyet değerlerini anlatan İsmail Göktürk ve Ferhat Ağca dostlarımız intibalarını Şehr-i Maraş’taki Cuma Kapısı gönüllülerine de anlatacaklar.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.