Ramazanlaşmak isteyen insanın üç şeyi açık olacak
Ramazan gitti gidiyor. Dilerim Ramazan-ı Mübarek’te hepimiz “Ramazanlaşmış insan”lardan olmuşuzdur.
“Ramazanlaşmış insan” deyince, orta zaman “Osmanlı insanı”nı hatırlamamak mümkün değil. Öyle bir Ramazanlaşma Ramazanlaşırlardı ki, tam anlamıyla “Yürek Adam”a ve “Vakıf İnsan”a dönüşürlerdi.
“Vakıf İnsan” demek, varlığını hayırla bütünleyip elinde olanı elinde olmayana yansıtan insan demektir.
“Yürek Adam” ise cennetini yüreğine kuran insandır!
Osmanlı Devleti bu “özel” insanların ruhunda yüceldi, gelişti, zenginleşti ve dünya örneği bir devlete dönüştü.
Türkiye Cumhuriyeti’nin de yücelmeye, gelişmeye, zenginleşmeye ve güçlenip dünya örneğine dönüşmeye ihtiyacı var...
O zaman yapılacak iş belli: “Yürek Adam” ve “Vakıf İnsan” yetiştirmek...
Şimdi bu anlamda gelin “Ramazan’da Ramazanlaşmış Osmanlı insanı”nın özelliklerine bakalım...
1. Osmanlı insanının gönül kapıları açıktı...
“Öteki insan”lardan başlayan bir sevgi kuşağıyla tüm hayatı ve kâinatı kucaklamıştı. Hayata sevgi, şefkat ve merhamet penceresinden bakar, şefkatiyle yalnız insanları değil, hayvanları ve bitkileri de kuşatırdı...
Bu karakteristik özellik yabancı gezginlerin o kadar dikkatini çekti ki, meşhur Fransız gezgin Du Loir, şunları söylemekten kendini alamadı:
“Türkiye’de (insanlar şefkat ve hamiyet insanı olmanın gereğini yaptıkları, yani ellerindekini fakirlerle paylaştıkları için) dilenci nadir görülür. Fransa’da herkesi bunaltan tembel dilencilerin Türkiye’de kimseyi taciz etmesine imkân yoktur.” (Du Loir Seyahatnamesi, Paris, 1654, s. 191)
Diğer bir meşhur Avrupalı gezgin Elisee Recus, özellikle hayvanlara gösterilen şefkatten çok etkilendi: “Osmanlılardaki iyilik duygusu hayvanları dahi kucaklamıştır. Bir çok köyde eşekler haftada iki gün izinli sayılır... Türklerle Rumların karışık olarak yaşadığı köylerde ise bir evin hangi tarafa ait olduğunu kolaylıkla anlayabilirsiniz. Eğer evin bacasında leylekler yuva yapmışsa bilin ki o ev bir Türk evidir.” (Küçük Asya. c. 9)
Türk-İslâm düşmanı Guer başka bir örnek veriyor:
“Hayvanları beslemek için vakıflar ve ücretli adamları vardır. Bu adamlar sokak başlarında sahipsiz köpeklere ve kedilere et dağıtırlar... Sokaktaki ağaçların kuraklıktan kurumasını önlemek için bir fakire para verip sulatacak kadar kaçık Müslümanlara bile rastlamak mümkündür...”
Bu şefkatin kaynağı hiç kuşkusuz Allah’ın “infak” emri ile Resulullah’ın bu konuda gösterdiği dikkat ve hassasiyettir. Zaten Osmanlı, Devr-i Saadet’i en doğru biçimde hayatına yansıtan bir toplumsal yapı geliştirmişti. Toplumun öncüsü doğrudan doğruya Peygamber-i Âlişan Efendimiz’dir. Bazı Osmanlı Padişahları, (mesela Sultan I. Ahmed) Efendimizin ayak izini ömürboyu sarığının içinde aşkla taşımış, “N’ola tacum gibi başumda götürsem daim/ Kadem-i resmini ol hazret-i Şah-ı Resulün/ Gül-i gülzar-ı nübüvvet ol kadem sahibidur/ Ahmedâ durma yüzün sür kademine ol gülün!” (Ne olurdu Efendimizin ayak izinin resmini tacım gibi devamlı başımda gezdirseydim) şeklinde, Peygamber-i Âlişan’a duyduğu aşkı terennüm eden bir de şiir yazmıştır.
Sevgi, şefkat, hamiyet insanı olmak işte bu demektir. Duygular özellikle Ramazan’da şahikaya ulaşır, bütün devlet büyük bir hayır kurumuna dönüşürdü.
2. Osmanlı insanın evinin kapıları açıktı...
Ramazan akşamlarında zengin konaklarının mutfakları imsak saatine kadar kapılarını kapatmaz, kim gelirse gelsin, dini, diyaneti, siyaseti, memleketi, milliyeti sorulmadan karınları doyurulur, giderken de ellerine bir hediye tutuşturulurdu: Bu hediyenin adı “diş kirası”ydı.
Bu konuda konak sahipleri müthiş bir rekabet içinde olurlardı. Çünkü daha fazla hediye verenin evine daha çok konuk gelirdi... Amaç daha fazla konuk ağırlamak, daha çok insana yardımcı olmak ve daha fazla sevap kazanmaktı.
Her misafirin on rızıkla geldiğine, birini yiyip dokuzunu bıraktığına inanmışlardı.
3. Osmanlı insanının eli ve sofrası açıktı.
Yardımsever ve misafirperverdi. Garipleri kollar, yetimlere yardımcı olurdu. Düşünün ki bir iftar sonrası şehrin zengin Müslümanlarından biri fakir mahallesine gidiyor...
Bakkala giriyor ve borç defterini (zimem defteri) açmasını istiyor.
“Topla bakalım” diyor birinci sayfadan onuncu sayfaya kadar olan tüm borçları...”
Borçluların ne dinini, ne milliyetini, ne siyasetini, ne kıyafetini soruyor. Bakkal topluyor: “On altın?”
Adam bakkala on altını ödüyor. Kimisi Müslüman, kimisi Hıristiyan, kimisi Musevi, tanımadığı onlarca kişiyi borçtan kurtarıyor.
Adam bakkaldan çıkmak üzereyken, bakkal soruyor: “İsminizi bağışlar mısınız?”
Adam gülerek cevap veriyor: “Adım Abdullah! (Allah’ın kulu anlamında). Kardeşlerimin borçlarını ödemeye geldim. Hepsine birer birer selamlarımı söyle. Bana lütfen dua buyursunlar.”
Büyük bir tevazu içinde karanlığa karışıp gidiyor. Böylece ne borçlu borcunu ödeyen adamı, ne borcu ödeyen adam borçluları tanımıyor. Aralarında bir minnet bağı oluşmuyor. Hayatın hiçbir safhasında başa kakma olayı yaşanmıyor.
Yarına kaldı. Yarın, Osmanlı insanının kapalı taraflarına bakalım.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.