Necip Fâzıl, Makine ve Medeniyet
Makine mi üstündür, insan mı? Makine mi hayatımıza hâkim olacak, yoksa İslâm’dan neşet eden hikmet ve medeniyetimiz mi makineyi tanzim edecek? Ümitle beklediğimiz, yeniden kavuşacağımıza inandığımız İslâmlaşmış ruh ve fikrimiz makineleri kendi emrine ne zaman alacak?
Bu sualin cevabı birbuçuk asırdır hakkıyla verilemedi. Müslüman Doğu'nun bilgeliğinden bu sualin cevabı teorik de olsa beklenmektedir.
BATILI MAKİNENİN ALTINDA EZİLEN MÜSLÜMAN DOĞU
Batı’da başlayıp Müslüman Doğu’da da hızla artan makineye tapınmanın, her şeyi makineden beklemenin, dahası ruh hâkimiyetinin azalmasına nisbet makine fuarlarında “güç makinede!..” ayinlerinin çoğaldığı günümüzde makine mi insanın emrinde, insan mı makine emrinde suallerinin ağırlığı altında ezilen İslâm âleminin sesi soluğu çıkmıyor.
Bir çırpıda makineye karşı çıkmak zorlu bir hadise ve düşüncedir ki, Tanzimat’tan Meşrutiyete kadar, Batı’nın
makine ve teknik bilimi alınsın mı, alınmasın mı tartışmasının yüzelli yıl sürdüğünü alâkadar olanlar bilirler.
“Müslümanlık Mâni’i Terakki Değil, Zâmin-i Terakkidir, din-i İslâm, medeniyet-i hâzıranın terakkiyât-ı rûhiyesinden daha yüksek misalleri bilfiil meydana koymuştur” yâni İslâm ilerlemeye mâni değil, ilerlemenin sorumlusu ve koruyucusudur. İslâm, mevcut medeniyet anlayışından daha yüksek bir medeniyet ortaya koymuştur, şeklindeki görüş etrafında Elmalı Hamdi Yazır’dan Bediüzzaman Hz.lerine, Mehmet Âkif’den Şeyhülislâmlara kadar nice âlim ve münevveran, İslâmî ölçüler çerçevesinde Batı’nın makine sanayiinin alınması hususunda görüş beyan etmişler.
Fakat hiçbirinin Necip Fâzıl gibi makineye Müslüman insanın ruh cephesinden karşı çıktığını, İslâmî hikmet noktasından bir fikir meydana getirdiğini söyleyemeyiz.
Devrinin materyalist şairi, “Makinalaşmak istiyorum / beynimden, etimden, iskeletimden geliyor bu!” diyerek makineyi insanla aynileştirirken, İslâmî cephenin âlim ve üdeba sınıfından Müslümanları ve hattâ Batılı toplumları da tesir altına alacak felsefî seviyede bir makine fikri ortaya konmamıştır.
Üstadın, makine ruhun ve ahlâkın emrinde olmalı fikrine eş değer fikirleri, kendi devrinin fikir adamlarından Nurettin Topçu’da görüyoruz ancak. Topçu, insanı kendi şartlarına uydurmak suretiyle hürriyetinden mahrum bırakan ve putlaştırılan makineye itiraz eder. Ona göre, 13 asırda Moğol istilâsından sonra,
20. asırda teknik ve demirin istilâsıyla karşı karşıyayız…
Bu ağır suale kökten çözücü bir cevap sayılmazsa da, yüreğimizi soğutan, ümit aşılayan ve gerçekleşebilir fikirler veren üstadın makine karşısındaki tavrı üstüne tâlim yapmakta fayda var.
RUH MU MAKİNENİN EMRİNDE, MAKİNE Mİ RUHUN?
“İdeolocya Örgüsü” nden sadeleştirip hülâsa ettiğimiz bir dille fikirleri şöyle: Hikmet ve medenî bilgimizden doğmayan makine fikri, ruhumuzu asliyetinden uzaklaştırıp kendi mantalitesine esir ediyor. Ruh ve mânamızdan doğmayan makine, cemiyetimizi çarklarında öğüttüğü gibi, aslî şahsiyetimizi de değiştiriyor.
Makine ruhun emrinde mi, saadet!.. Ruh mu makinenin emrinde, felâket!... Makine, keyfiyet değil, kemmiyettir. Nebat zekâsından bile mahrûm ve ancak insan ruhunun fizik hassaslarının vücuda getirdiği öyle bir kemmiyet ejderhası ki, keyfiyette bir solucandan daha geri... İnsanlar arasında en aptalının meselâ tırnağını keserken gösterdiği, yerine göre hareket kabiliyetini hiçbir makine gösteremez. Sahibinin yâni ruhun verdiği herhangi yanlış emre itiraz edebilecek bir makine ise düşünülemez.
Makinedeki ilerleme o hâle geldi ki, sarsak ve yatalak bir Avrupalı titrek parmaklarını bir düğmeye dokundurmasıyla koca bir orduyu havaya uçuracak güce sahip olduğuna, âdi bir makine sayesinde insan kalbinin meleklere bile mahrem köşelerini okuyabileceğine inanıyor. Niçin o kadar tapındığı makine ona tesellini vermiyor? Ölülerin kalbini şişelerde zıplatan doktorları, suyun altına, havanın üstüne merdiven kuran mühendisleri, Londra’daki fısıltıyı Tahran’da dinleten kâşifleri var. Bütün bunlar içinin yıkıntısına niye ilâç değil? Çünkü ruhunun bütün nizamı çöktü…
Makineye bu gözle bakmadıkça, keyfiyette solucandan aşağı görmedikçe onun tasallutundan kurtulmak mümkün değil. Bu tesbitlerin, karasabanı traktöre ve öküzü motora tercih ettirecek ahmak bir anlayışa saptırılma tehlikesi de var. İfrat ve tefritten gelecek belâlardan sakınmak gerek. Makineyi ihmalden doğacak felâketin, onu azizleştirmekten gelecek musibetten eksik olmadığını da bilmek gerek.
MARİFET, İSLÂM HİKMETİYLE ŞEKİLLENEN MAKİNE…
Makineleşmenin hakikati için gerekli şartlara mâlik olmamaktan gelen esaret, makineyi büsbütün atmak ve Ortaçağ aletlerine kapanmak suretiyle giderilemez. Makine esaretinden sıyrılmak, ancak o esaretin içinden geçmek ve onu yenmekle mümkün...
Bir makineyi satın almak ve işletmek mârifet değil, dolayısıyla kendi medeniyetimizin maddî bir tezahürü de sayılamaz. Marifet, Batı’nın makinasını kopyalamak değil, makinayı meydana getiren saiklerin kendi ruh ve medenî bilgimizle şekillenmesi, İslâmî hikmetin emrinde olmasına bağlı müeyyide ve nizamı kurulmasıdır…
Batı’nın makinesine teslim olma tarihimiz Islahat tarihimizle başlamış, Meşrutiyet ve Cumhuriyetle hızlanmıştır. Kendi ruh ve düşüncemizden beklenen makineyi ortaya koymamız gerekirken, Batı’nın makinesine ve makine zihniyetine esir olduk. İradesi bize ait olmayan bir bilgiden tecessüm eden makineyi ele geçirmek hiçbir şey ifade etmez.
“KOPYA MAKİNE… SAADET VÂDEDİCİ BİR CİNAYET”
Kopya çekerek alınan makine montaj sanayii olup, dışından saadet vâdedici bir cinayettir... Böyle bir makineleşmenin neticesinde cemiyetimizin ruhî ve fikrî hasletleri çürüyecek. Dahası bu hâl zihnî bir ölümdür ve birbuçuk asırdır cemiyetimize ölüm getirenleri hayat getirmiş olmakla vasıflandırıyor ve kahramanlaştırıyoruz.
Makineyi yapan makineleri bizzat yapamadıkça, onu yapmaya doğru bir şuur ve plân sahibi olunmadıkça, makineleşmek esarettir. Daha da beteri, makineye ait her unsur, mühendis, usta ve işçisini dışarıdan getirip burada kurmak ve millî imal dehâsını büsbütün körleten bu aldatıcı yapım tarzına utanmadan millî veya Türk etiketini yapıştırarak sanayileşildiği vehmine kapılmak.
Sahip olunması gereken fizikî ve ruhî şartların İslâm’dan neş’et eden hikmet ve bilgilerin emrinde olması lâzım. Tanzimat’tan beri Doğu milletlerinin müspet bilgilerle buluşması, sinema artisti resimleri gibi, hep Batılı makine ve müspet bilgiler kartpostallarına bakıp, gülünç kopya idrakleriyle kendi kendini tatminden ileriye geçemedi.
Makineleşme ve müspet bilgilerle donanma dâvası kendi iman kaynağımıza bağlı büyük bir vecd ve hamle, ahlâk ve dünya görüşü istikâmetinde idealleştirilmeli, sonra maddeden başlayıp ruhta biten ve ruhta başlayıp maddede tamamlanan bir sistem hâlinde kitaba, mektebe, terbiyeye, zevke, vazifeye ve gayeye aktarılmalı.
Ruhun emrinde olmayan makinenin esas alındığı Batı medeniyeti insanın yaratılışına, eşyayı, toprağı paylaşma ve işleme ortaklığına zarar veriyor, dolayısıyla sömürgeciliği hızlandırıyor. Bu mevzudaki fikirleri de sadeleştirilmiş hülâsasıyla şöyle:
Makine ortak olana zararlıdır ve yeryüzündeki cehennemdir. Makine sanayii, ezilenlerin daha ağır bir şekilde ezilmesine yarayan bir araçtır. Sömürücülerin işine yarayan makine emeğin yerini almış ve insanı köleleştirmeyi hızlandırmış ve otomata dönüştürmüştür.
“MAKİNE KIRICILIK”
Makine “iyileşme”, “gelişme”, “ilerleme” değil, cehennemin kendisidir. Batı’da, belli ölçüde insanî tarafı olan makine karşıtlığı yâni “Makine Kırıcılık” adıyla fikir geliştirenlere Türk aydınlarınca alâka gösterilmiyor. Batılı filozof Henri Bergson, “ruhçu” dur ve insanın özünü bozduğu için makineye karşıdır. Cumhuriyetin ilk yıllarında bazı aydınlara tesir eden Bergson’nun makine muhalifliğine karşı Peyami Safa’nın görüşleri son derece trajik ve ikilem içindedir:
“Ben kendi hesabıma makinenin evvelâ insanlar arasındaki müsavatsızlığı vahim bir hâle getireceğini görüyorum. Fakat şunu da görüyorum ki, makine, insan emeğini azaltmakla beraber maddî istihsali o kadar çoğaltıyor ki, hepimiz ruhun en asil meşgalelerine sarf edebilecek boş zamanlar bulacağız. Edebiyat, ilim, sanat, felsefe…”
MAKİNE FİKRİ OLMAYAN ÂLİM VE MÜNEVVERAN
Makinenin dayanılmaz cazibesi karşısında hâlâ bir teklif sunamayan günümüz İslâmcı ve milliyetçi âlim ve münevveranın tavrı, üstadın tenkit ettiği Peyami Safa’nın makine karşısındaki tavrına ne kadar da benziyor:
“Nasıl olabilir ki, insan zekâsı, kendi icat mahsulü olan makinenin esareti altına girmek veya ondan daha geri kalmak tehlikesi içinde bulunsun? Bir nisbetsizlik varsa bu, insan ruhu ile makine arasında olmaktan ziyade, maddî ve mânevî kıymetleri ayrı ayrı müdafaa eden, birbirine zıt iki dünya görüşü arasındadır…”
Üstad, Safa’nın bu görüşlerini tenkid ettiği gibi, makine karşısında fikri olmayan mukaddesatçı aydınlara da kızıyor. Müslümanın ruh yapısına tam olarak hitap etmeyen “Makine kırıcılığı” anlayışından yola çıkarak makineye karşı çıkanların da, makineyi olduğu gibi alalım diyenlerin de ayakları yere basan fikirlerinin olmadığını söylüyor. Ona göre, Müslümanca hayatımıza tasallut eden, bizi kendine esir eden “ejderha” dediği makineyi ruh ve mânamıza hizmet eden bir vasıta olarak dinimizden doğan medeniyetimizin herhangi bir maddî aleti kılabiliriz.
“MAKİNE MAKİNE, ATEŞ KUSAN MABUD…”
“Tohum” adlı kitabında bu fikirlerini “Ferhat” adlı kahramanına anlattırıyor. Ferhat, makinenin ruhumuza tasallut ettiğine inanan biridir. Anlattıkları karşısında, “Yolcu” nun “Ferhat Bey” e dedikleri makine karşısındaki çelişik durumumuzu tasvir ediyor:
“Sizi dinlediğim zaman hayâlim tarihin en imanlı günlerine akıyor. Yirminci asırda yaşadığımı unutuyorum. Maddenin ve makinenin idare ettiği devir, birdenbire tâ öbür başından sıcak bir iman şarkısı gelen bir kum çölü gibi düzleşiveriyor. Ruh o çölün göklerinde seksen katlı apartmanlara ve telsiz telgraf direklerine çarpmadan zahmetsiz ve ıstırapsız uçuyor. Fakat bu rüyadan uyanmak tehlikesi olmasa. (…) Makine rüyamızı yutacak diye korkuyorum.”
Şimdi de Ferhat Bey’i dinleyelim: “ Makine, makine. Yirminci asrın ateş kusan mabudu. İnsan onu, koluna yardım etmek için yaptı. Kolumuz beynimizin emrindedir. Yardımcı, yardım ettiği şeyin derecesini nasıl geçer? Makineyi şahlandırdılar. Makine şahlandı. İçinde insan da olduğu halde her şeyi ben yarattım demeğe başladı. Onun bu hükmünü dinlediler. Bu demir kulaklı mankafa putu, eski insanlardan kalma tahtlara oturttular. Maymunlar gibi onun seslerini ve hareketlerini taklit ettiler. Bu kuş beyinli canavarın insana yardımını kim inkâr eder? Fakat bu tahta oturtmak değil, burnuna halka takılmış bir ayı gibi seyislerine zapt ettirmek şartıyla…”
Hâsıl-ı kelâm; Üstadın makineye bakışı dünya ve toplum mesuliyetinden kaçan mistikler gibi değil, makineyi itirazsız kabul edenler gibi de… Dünyayı imar etmekle de mesul olan Müslüman tavrına sahip.
-------------------------------------------------
MEDENİYET DERGİSİ TERKİP VE İNŞÂ 16. SAYISINDA…
Fikir Teknesi Yayınları’nın kurucusu Haki Demir’in sahipliğinde çıkan Terkip ve İnşâ dergisi Temmuz 2016 / 16. sayısı “İTİKAF ve TEDRİSAT” doyasıyla okuyucu huzuruna çıktı. Bütün görevi yalnızca İslâm medeniyet fikri üstüne mufassal çalışmalar yayınlayan Terkip ve İnşâ’nın mündericatı şöyle:
Bu sayımızın münderecatı şöyle;
Adnan Köksöken: Takdim Yazısı
İtikâf sünnetinin hikmetleri: İbrahim Sancak
İtikaf, Ruhi (maverai) hayattır: Haki Demir
Zihni işgalin tasfiyesi itikaf ile mümkündür: Nurettin Saraylı
Necip Fâzıl, Makine ve Medeniyet: Ahmet Doğan İlbey
İtikafın lüzumu: Bülent Civan
Şahsiyet inşası için itikaf: İlyas Taşkale
Varoluş usulü olarak inziva: Ebubekir Sıddık Karataş
Tedrisat usulü olarak inziva: Hamza Kahraman
İnziva idrak mahareti kazandırır: Ramazan Kartal
İtikaf ve sıhhatli idrak: Faruk Adil
İtikaf, bilgi işgalini bitirecek usuldür: Abdullah Tatlı
Gönül aynası: Şevki Karabekiroğlu
İtikaf ve tefekkür: Metin Acıpayam
İtikaf ve kalb-i selim: Ahmet Kamil Tuncer
İtikaf ve zevk-i selim: Ahmet Selçuki
İtikaf ve akl-ı selim: Osman Gazneli
Zihni evrenin yeniden inşası için Akl-ı Selim Mektebi: Alihan Haydar
Orta zeka tuzağı ve Deha Mektebi: Selahattin Adsnalı
Kadro ve teşkilat için Enderun Mektebi: Mustafa Karaşahin
Medeniyet Akademisinin anayasa teklifi: Fatih Mehmet Kaya
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.