Hâlâ hayat tarzına müdahaleyi mi konuşuyoruz?
Bir dönem ideal norm, yani bir vatandaşın makbul olmasının şartları bilhassa kadınlara has kılık-kıyafet ve Kemalist fikriyata yakınlıkla ölçülürdü. Bu nedenle başörtüsü meselesi de o dönemin en büyük siyasi ve toplumsal gerilimiydi. Başörtülü olmak o “ideal norm”a uymuyordu. Veya erkeklerin dini gerekçeyle sakal bırakması veyahut da hal ve hareketleriyle inancını yansıtması sakıncalı görülüyordu. Bu sınırların dışındaki kadın ve erkekler okula alınmıyordu, kamu idaresinde istihdam edilmiyorlardı. Muhakkak surette bir bedel ödüyorlardı.
Türkiye, çağa, insana ve hakikate uygun olmayan bu karanlık devri büyük ölçüde aştı. İnsanları tek tipleştiren norm yerle bir oldu. Böylelikle büyük bir gerilim, hatta bir çatışma potansiyeli ortadan kalkmış oldu. Hayat tarzlarına yönelik devlet destekli müdahale dönemi bitirildi. Bir başka açıdan, vatandaşla devlet arasındaki güven ilişkisi tesis edilmiş oldu. Bu mesele aynı zamanda ülkenin büyük bir meselesini demokratik yollarla halletmesine dair bir örnek ve güçlü bir referans olarak da kayda geçti.
***
Bugün bir kez daha hayat tarzına müdahale meselesini tartışıyoruz. Laik hayatların tehdit altında olduğundan bahisle…
Öncelikle şunu söylemek gerekiyor; Ortaköy saldırısının bu mevzuyla hiçbir surette alakası kurulamaz. Eylemi planlayanların ve yapanların böyle bir amacı olduğunu düşünmek mümkün değildir. Uzun uzun anlatmaya da lüzum yok; katliam, Türkiye’nin son dönemde muhatap olduğu terör zincirinin bir
halkasıdır.
Öte yandan bu olayın özellikle sosyal medyadaki kabul edilemez yansımaları ve yorumları da bir hakikattir. Aramızda insanları hayat tarzlarına göre kategorize eden ve insan hayatını da buna göre kıymetlendirenler olduğunu gördük. Bu ülke için utanılacak düzeyde seviyesiz ve nefret içeren mesajlar yayınlandı. Bu nefret mesajlarına karşı en azından hukuki reaksiyon gösterilmesi teselli vericidir.
Travmatik bir olay yaşadık. Uzun süreli bir terör travmasının da içinden geçiyoruz. Zor zamanlar… Ancak ne kadar zor olursa olsun hiçbir olay birimizin bir diğerinin hayatını, inancını, etnik kimliğini ve sosyal statüsünü ötekileştirmesini mazur gösteremez. Karşı karşıya bulunduğumuz terör, sosyal bir patlamanın bir yansıması değildir. Mesajı, kaynağı, yolu yöntemi ne olursa olsun, değildir.
***
Ancak daha büyük meselemiz şudur: Hâlâ birlikte yaşamak ve hayat tarzlarına saygı meselesini konuşuyoruz. Bunu aşmış olmalıydık. Yaşanan sayısız acı tecrübeden sonra herkesin kendisini iyi ve huzurlu hissedeceği bir düzen tutturmalıydık. Bu olamıyor… Hâlâ bu ülkede “başkalarının hayat tarzına saygı göstermek” veya “birlikte yaşamak” temalı yazılar, sözler, konuşmalar gündem olabiliyor. Demek ki bu hissiyat sahipsiz ki hâlâ bunları söylüyor olmak takdir vesilesi sayılıyor. En nihayet, bu en temel ve en olmazsa olmaz özelliklerin kazanımı için hâlâ çaba gösterilmesi gerekiyor.
Evet, Türkiye onyıllardır başta Kürt meselesi ve Alevi hakları konusunda yeterli adım atamadı ama aynı zamanda bu sorunlarla yaşamayı bildi. Meseleler çözülememiş de olsa bir sosyal pozisyonun diğerinden daha makbul olduğu düşünülemez. Herkes doğumdan gelen veya sonradan edindiği veyahut da iradesiyle tercih ettiği kimlikleriyle makbuldür. Kimliklerin her biri, sahipleri ve sosyal çevresi için “ideal norm”dur. Kimse Türk olmak veya laik olmak zorunda olmadığı gibi başka bir şey olmak zorunda da değildir. Ne ise, nasıl inanıyorsa, nasıl istiyorsa öyledir. Mesela dinin de farklı yorumları vardır ve yorumlardan birisi diğeri üzerinde dayatma gerekçesi değildir.
***
Bununla birlikte unutmayalım ki bir kişi ya da bir grup hayat tarzından dolayı endişe taşıyorsa orada bir problem var demektir. Öyle hissediyor olmak objektif bir sebep bulunmasa bile “sebepsiz” değildir. Bu endişenin kaynağına gitmek de zaruridir.
Üzerine gidelim, yüzleşelim ve çözelim. Ki, 2017’de hâlâ hayat tarzlarına müdahale meselemiz olmasın. Birlikte yaşamak gibi en büyük sermayemiz olan değerin lafını etmekten kurtulalım.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.