Şehirli insanın fare korkusu
Anadolu’nun küçük bir ilçesinde doğup büyüdüm. Toprağın, suyun, ağacın ve bu doğal örgü içinde yer alan bütün canlıların dilini çok iyi bilirim. Doğa ile bütünleşen her canlının kendine verilen rolü en iyi şekilde yerine getirmek için çaba gösterdiğine inanırım. Allah’ın arzı o kadar zengin bir kitap ki, her zerresi her noktası büyük hikmetler barındırıyor.
Çocukluğumda yağmurdan kaçmazdım… Yağmur bir rahmetti, yağmur toprakla kucaklaştığında etrafa mis gibi bir koku yayılır ve bu koku ruhumuzda hoşnutluk uyandırırdı. Bahçeye çıktığımda, önce kuşlarla karşılaşırdım, evin kedisi ara sıra fare yakalar ve getirirdi.
Üzerinde yaşadığımız toprak parçasında sadece insanların değil diğer canlıların da haklarının olduğuna kuvvetle inananlardanım. O yüzden canlıların varlığı beni hiçbir zaman rahatsız etmedi, yerdeki kertenkeleden hiç korkmadın, ağacın altında güneşleyen kediden iğrenmedim, kuşların seslerinden rahatsızlık duymadım... Ayağıma tırmanan ağaç kurtlarına aldırmadım, başıma konan arı ile sohbet ettim, kurban edilmeden önce koçu sevdim, onunla konuştum…
Otuz yılı aşkındır İstanbul’da yaşıyorum. Yaşadığım şehirde bir hayvanla karşılaştığımda mutlaka yaklaşır ve onunla konuşurum, dediğim gibi hayvanın dilinden az çok anlarım.
Bir dönem çalıştığım ofise bir fare musallat olmuştu. Hayvancağız küçücük cüssesi ile bir o köşeye bir bu köşeye koşturuyordu. Özellikle sabah vakitleri, odaları dolaşıyor ve ofiste açtığı küçük bir delikten aşağı doğru süzülüyordu. Farenin ayak seslerini işiten çalışanlar panik içinde kaçıyor ve hayvanın kendilerine zarar verebileceğine inanıyorlardı. “Hayvan güvenli bir ortam arıyor, size zarar vermez” dediysem de, arkadaşlarımı ikna edemiyordum.
Bir sabah her zaman olduğu gibi yine bilgisayarımı açtım ve çalışmaya başladım. Tam da o sırada kapı birden açıldı ve içeriye iki adam girdi. Yüzlerinde birer maske, ellerinde koruyucu birer eldiven, ayaklarında dizlerine kadar çekilmiş birer çizme vardı. Korku içinde odada dolaşmaya başladılar. Sonra ellerindeki sopayı kaldırıp cephede düşman beklercesine dikildiler. Acaba odayı boydan boya kaplayan dolapların içinde bir ejderha mı vardı? Ya da düşman küçülmüşte masanın altına mı girmişti? Birkaç metrekarelik odada nasıl bir tehlike vardı ki, insanlar tetikte beklemekteydiler. Merak edip sordum: Duymadın mı odada bir fare varmış dediler. Korku ve endişe ile bekleyen iki adamın yüzüne şaşkın bir vaziyette baktım; “o küçük bir hayvan bu kadar korkmanıza gerek yok. Fare size zarar vermez, sizin üzerinize atlamaz, sizi ısırmaz…” dedim. Ama ikna olmadılar.
Akşam vakti evime dönerken fareyi bir korku unsuru olarak gören şehirli insanın dünyasına gittim ve onu anlamaya çalıştım. Bu insanların bizimle aynı toprak parçasını paylaşan diğer canlılara ne kadar yabancı olduklarını düşündüm. Şehirli insan neredeyse bütün yaşamını bir korku sarmalı içinde geçiriyor. Sadece kendi türünü değil diğer varlıkları da yaşamı için bir tehdit unsuru olarak görüyor.
İnsan elbette tanımadığı bilmediği bir şeyden korkar. Fakat bunun da ötesinde şehirli insan yaşadığı toprak parçasında o canlıların da haklarının olduğunu bilmiyor. Bu canlıların rollerini yerine getirerek evrendeki ahenge katkı sağladığının farkında değil. O yüzden korkuyor.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.