Hayata karşı tahassüslere ve tahayyüllere sığınmak
Edip Cansever’in Çağrılmayan Yakup şiirindeki “Ve alevler halinde dünya bana dokunuyordu” dizesini okurken hayata karşı sığınabileceğim limanların ne kadar da az olduğunu farkettim. Elbette hayattan korkup kaçmak ya da bir yerlere saklanmak gibi bir niyetim yok. Sadece zaman zaman anlam kırılmalarının yaşandığı hayatla yüzleşme anlarında şiir gibi daha güvenli limanlar arayışı belki...
Ancak bir hakikatin altını çizmekte yarar var, Fernando Pessoa’nın ifadesiyle pek çok gemi, pek çok limana uğrar, ama bugüne kadar hayatın ızdıraplı olmadığı bir tek limana bile uğramamıştır.
***
Herhalde büyük ızdıraplar yaşanmasaydı, büyük hayaller kurulamazdı, büyük hayaller olmasaydı büyük şairler ve büyük şiirler olmazdı... Fuzuli’nin şu muhteşem dizelerinde olduğu gibi...
/Ne yanar kimse bana ateş-i dilden özge
ne açar kimse kapum bad-ı sabadan gayrı/
Ve hayat bize zaman zaman öyle oyunlar oynar ki, belki Milan Kundera’nın Saptırılmış Vasiyetler kitabındaki şu cümleyi okuduğumuzda hayata karşı direnmenin ve yaşamanın ne kadar zorlu bir iş olduğunu daha iyi anlarız: “Yaşamak, kendini gözden yitirmemek, kendi varlığında, kendi stasis’inde her zaman tam anlamıyla varolmak için gösterilen sürekli, zahmetli çabadır. Ölüm ülkesine ulaşmak için, insanın kısacık bir süre kendisinin dışına çıkması yeterlidir.”
Biliyoruz ki sanatın her türü, doğal güzellikler ve aşk insan hayatına anlam katan çok önemli unsurlardır. Bir bakıma Yüce Varlık’ın farklı tezahürleri olan sanatsal yaratıcılığın her türü insanı farklı boyutlara taşır, zenginleştirir ve ona coşku verir. Toplumsal alanda ise, baskılara karşı durmak, insanlık onurunun korunması yolunda çalışmak ve özgürlüğün peşinde olmak, yaşadığımız dünyaya da, hayata da başlı başına anlamlar kazandıracaktır. Kuşkusuz sanata böyle bir pencereden baktığımızda, anlam aramanın ilk adımı başkaldırı olacaktır. Çünkü bizatihi başkaldırı hayatı anlamlandıran bir ögedir ve her bireyin kendi anlamlarını yine kendisinin keşfetmesini sağlayan bir unsurdur.
***
Tarih boyunca insanoğlu, hayatın anlamını kavrama ve keşfetmede her zaman edebiyatın imkanlarından yararlanmıştır. Zira daha yüce bir anlam katında bulunan hayatın anlamını ‘anlatmak’ da ancak edebiyata yakışırdı. Bir başka deyişle edebiyatın temel işlevi, Yüce Varlık’ın tezahür biçimlerini estetik formlar içinde sunmaktır.
Kuşkusuz tahassüslerin ve tahayyüllerin anlatımı ise ancak şiirin emsalsiz imkanlarıyla mümkündür. Çünkü ancak şiir dilin kısıtlayıcı yaptırımlarını esnetebilme, tahayyül gücünü kullanabilme, hikmeti keşfedebilme ve yeri geldiğinde kışkırtıcı olabilme gücüne sahiptir.
Eğer doğru pencereden bakmayı başarabilirsek, aslında her şeyin şiirle başladığını da daha iyi anlarız. Prof. Dr. Ahmet İnam’ın ‘Felsefeyle titreşen şiir’adlı makalesinde bu konuda çok nefis tespitleri var, İnam diyor ki: “Galileo, Aristoteles’in matekatiksiz fiziğini, matematikledi: Şiiri yeryüzüne indirmeye çabaladı. Bilim böyle başladı, modern anlamıyla. Doğa olaylarının, olguların matematiksel betimlenmesi: Değişen, uçucu olanın ardında değişmeyen matematik var, doğanın deviniminde matematik var, doğanın dili matematik (Descartes!). Şu sorulmadan kaldı oysa: Peki, matematiğin dili ne? Şiir!”
Tarihsel perspektiften baktığımızda şiir toplumsal maceramızın da bir yansıması aynı zamanda. Zira şiir estetik alan olmanın yanı sıra, toplumsal ve fikri planda önemli bir beslenme kaynağımızdır. Bu açıdan bakıldığında şiir geçmişle bir bağlantı kurmanın ötesinde, bugünü anlamlandırmak açısından da elverişli bir düşünce mecraı sunar bize.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.