Biz Akif'i hak etmedik
Hafızamın diplerini kurcalıyorum, acaba nerede gördüm, nerede işittim ilk şiiri?
Okumadan önce olmalı.
Türküler?
Neden olmasın?
Anneciğimin Fatma Türkan Yamacı’nın sesini çok beğendiğini hatırlıyorum. Evde ufarak pilli bir radyomuz vardı. İşle güçle uğraşırken, çalardı radyo.
Sesleriyle, sözleriyle hepsi hafızamda. Kafamın içinde sesini sonuna kadar açıp dinleyebilirim.
“Bir of çeksem karşıki dağlar yıkılır.”
Bunu her halde Can Etili söylüyordu.
“Osman abim evde mi?”
Fatma Türkan.
“El vurup yaremi incitme tabip”
Ali Ekber Çiçek.
Bunu boşu boşuna uzatmayayım. Akranlarımın çoğunun hafızası üç aşağı beş yukarı benimki gibidir.
“Yabancı olduk şimdi, yazık birbirimize.”
Biz sokakta mors oynarken, ‘ortada kuyu var yandan geç’ oynarken, ‘kafa karış’ oynarken... Bu şarkı dilimizdeydi. Demek yeni çıkmıştı. Ben utangaçtım, pek söylemiyordum ama, akranlarım söylüyordu.
Babamın müezzinlik yaptığı Davut Paşa Camii’nin avlusunda Mustafa Sak hocanın “Nush ile uslanmayanı etmeli tekdir, Tekdir ile uslanmayanın hakkı kötektir” diye söylenerek yürüdüğünü hatırlıyorum.
Bu şiir değil mi? Şiir. Osmanlı’nın son dönem şairleri içinde an müstağni olanı.
‘Lirik’ sayılmaz. Ama, yazdıkları ‘haza’ şiirdir.
Ya da Necip Fazıl. Kulağımda, babamdan, babamın arkadaşlarından işittiğim tek tük mısralar...
“Yüzüstü çok süründün, Ayağa kalk Sakarya.”
Bunlar, insanların, konuştuğumuz lisanın yani nesrin dışında başka bir lisanın mevcudiyetini fark edebileceği vesilelerdir.
Kulağımızı ve kalbimizi alıştırıyordu bu ‘simai’ şeyler. Simai? İşitsel.
‘İşitsel’ güzel kelime. Simai biraz eskidi. Bana kalsa simaiyi kullanırdım. Ancak, anlaşılmak da bir ihtiyaçtır.
Yazısız. İşitsel. Çünkü okula gitmedik daha. Okumayı öğrenmedik.
Öğrenince, iki ‘kitap’ gördüm bizim evde.
Birisi Mehmet Akif’in ‘Safahat’ı.
Birisi de, Büyük Doğu. Babam nereden bulduysa bulmuş. Evde, 50’lerde çıkan Büyük Doğu mecmualarının kocaman bir cildi vardı.
Bu iki kitap o zamanlar kafamı ve kalbimi doldurdu diyebilirim.
Üstad Necip Fazıl’ın şiiri için müstakil bir bahis açarım inşallah. Bugün Safahat’ın bir çocuk dimağına nasıl etki ettiğini dair birkaç cümle sarf etmek biraz Mehmet Akif’i yadetmek istiyorum.
Evirip çevirip okurdum Safahat’ı.
İlk altını çizeceğim şey, sahih, meselesi olan, davası olan, sorgulayan bir Müslümanlık.
Kuvvetli bir ahlak.
“Asım’ın Nesli” adı altında tarifini, tasvirini yaptığı örnek bir ‘genç’ tiplemesi.
Evet, Köse İmam’ı hatırlarım. Çanakkale Şiiri’ni tabii ki hatırlarım.
Fakat, çocuk aklıma en ziyade yerleşen, ‘Kocakarı ile Ömer’dir.
Şiirin başına, Mehmet Akif’ten sonra çok işler geldi.
Hececiler, garipler... Serbest şiir (ne demekse!)... İkinci yeni...
Hepsinin şiir bahsinde kıymeti var.
Fakat öyle zamanlar geldi ki, ‘Mehmet Akif’in yazdığının şiir olup olmadığı’ dahi münakaşa konusu yapıldı.
‘Kıssa’yı yazmayacağım. Bilindiğini varsayıyorum.
Kıssanın içinde bir an.
Ömer, kocakarının evinde ateşi yakmaya uğraşıyor.
Kadın getirdi beş on parça yaş diken Ömer’e
Ömer de yakmak için büsbütün serildi yere
Ocak tüter Ömer üfler zefir-i harıyle
Zemini lihye-i beyza-yı tarümarıyle
Sücud tavr-ı huşuunda muttasıl süpürür
İçinde ruhu yanar, cebhesinde ter köpürür
Yüzü yerde, ateşe üflüyor Hz. Ömer. Secdedeki huşu gibi. Beyaz sakalı yeri süpürüyor... Ateşe üflerken, içinde ruhu yanıyor Ömer’in... Ve yüzünde ter köpürüyor.
Görebilenler için böyle detaylar vardır Akif’in şiirinde.
Biz, bakmayın esip gürlediğimize, Akif’e karşı vefakar değiliz.
O, bize ömrünü verdi. Bizse, tuzu kuru hamasiler olarak, onun şiirinin konforundan istifade ettik.
Biz, Akif’i hak etmedik.
Neden söylüyorum bunu?
Akif’i garip öldürdük biz.
Bugün yerimiz bitti.
Biraz daha çalışalım ve önümüzdeki hafta Akif’e devam edelim.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.