Arefe Günü Mâcerası
(19 Aralık 2007’de yazıldı)
Rahmetli annemin ve babamın kabirlerini arefe günü ziyaret edeyim dedim. Merkez Efendi, daha sonra Kozlu Mezarlıklarına gitmek üzere çemberlitaş Tramvay Durağı’na girdim. Vagonlar tıklım tıklım doluydu, binemedim. Taksiyle gitmek üzere Beyazıt’a yürüdüm. Taksi bulamadım. Etraf kalabalık mı kalabalık. Caddede trafik tıkanmış. Aksaray’a kadar yürüyeyim belki vasıta bulurum diye düşündüm. Laleli Camii’nin alt tarafında vakıf zeytinyağları satan bir dükkân var. Zeytin yaprağı çayı ilânı vardı. İçeriye girdim, üç kutu zeytin çayı aldım. Şeker hastalığı başta olmak üzere, bir sürü derde deva imiş. Tansiyona, kolesterole, bronşite, soğuk algınlığına, hepatite, romatizmaya ve daha nice hastalıklara... Tecrübe etmedim ama inanıyorum. Zeytin, Kur’ân-ı Kerîm’de geçen mübarek bir gıda ve şifa maddesidir.
İstanbul’da bir sürü kokucu dükkânı açıldı. Bunlardan birine girdim. En ağır koku hangisiyse onu vermelerini istedim. Böyle ağır kokuyu ne yapacaksın? Kendim sürünecek değilim. Kediler dolayısıyla lazım. Tezgâhtar, dükkânda, dört yüz ayrı çeşit koku bulunduğunu söyledi.
Aksaray’a geldim. Yollar tıkanmış, taksi falan yok. Nafile, bugün kabristana gidemeyeceğim. Biraz dolaştım. Daha önce bir yazımda bahsetmiştim. İstanbul’un en ucuz lokantası, Aksaray Valide Camii civarındaki bir sokaktadır. Balkan Lokantası... çorba 75 krş, kuru fasulye 90 krş, pilav 85 krş. İki buçuk liraya üç kap yer ve karnınızı doyurabilirsiniz. Gururlu ve kibirli insanlar böyle ucuz yerlere gitmezler. İncileri ve pırlantaları dökülür...
Aksaray’da üst yolun altına seyyarcılar bir sergi kurmuşlar, üzerine çuval çuval kazak boşaltıyorlar. İki adedi 5 lira.
Valide Camii’nin bahçe duvarına, parmaklığının altına bir kazak serilmiş. üzerinde zavallı bir kedi, miskin miskin oturuyor. Bir hayırsever, bir avuç kedi maması koymuş, başka biri, bir midye dolması bırakmış. Kediye çok acıdım. Geçerken başını ve sırtını okşadım, hemen miskinliği gitti, sevinçle doğruldu, gerindi. Bir gözü kör... Kedilerin ekmek kadar, su kadar sevgiye ihtiyaçları var.
Yeraltı çarşısından karşı tarafa geçtim. Aksaray çukur Pazar’dan evdeki bir gözü kör kınalı kediye ciğer aldım ve tramvaya binerek Sultanahmet’e gittim. Yarım günüm boşa geçti sayılır. İkindi çayımı da vaktinde içemedim. Eve gelir gelmez güzel bir çay demledim. Yolda aldığım simiti ısıttım. çay, simit yanında hellim peyniri... Oh kekâh! Benim mutlu olmam için, Mihrace lokantasında 150 dolarlık lüks bir yemek yemem gerekmez.
Yarın bayram. Kurbanımı bizzat kestiremiyorum. Millî Gazete’den Selman Bey’e vekalet verdim. Eksik olmasın, bu vazifeyi vekaleten o yapacak, inşallah derisi dini bir hayır kurumuna verilir. Kurban derilerinin, içkili balolar tertipleyen kurumlara verilmesi, bir Müslüman olarak beni memnun etmez.
Eski bayramlar diyeceğim... Bazıları kızacak. Bundan kırk beş sene önce bayramlarda kaç büyüğü ziyaret ederdim. Rahmetli Hamdune Teyzeme giderdim. Sonra İskenderpaşa’da Şeyh Mehmed Zahid Efendi’ye... çarşamba’da Şeyh Mahmud Efendi’ye... Cerrahi Şeyhi Muzaffer Efendi’ye... Fatih’te, Mustakîmzâde Sokağı’nda oturan Hüseyin Hilmi Işık Efendi’ye... üstad Necip Fazıl’a... üstad Mahir İz Hoca’ya... üstad Profesör Ali Fuad Başgil’e... üstad Nurettin Topçu’ya... Cevat Rıfat Atilhan’a... Erenköyü’nde Şeyh Sâmi Efendi’ye... Bu zevat, şu anda hatırıma gelenler. Şimdi bir bayramda bu kadar büyüğü ziyaret etmenin imkânı kalmadı. Baksanıza Sultanahmet’ten, Topkapı’ya gidemedim, geri dönmek zorunda kaldım.
Aksaray’dan tramvayla dönerken vagonda anons yapıldı: “Sayın yolcularımız, hırsızlara karşı dikkatli olunuz!” Sadece şu anons bile, İstanbul’un ve Türkiye’nin batmış olduğunu ispata yeter. Osmanlıcada bir tabir vardır, “Vukuu, şuyuundan beter...” bu anons da öyle. Ne günlere kaldık!
Tramvayın içi dolu, adeta balık istifi. Yolcunun biri, bir kenarda oturuyor. Vasıta durduktan sonra yerinden kalkıyor, ayaktaki yolcuları ite kaka kapıya doğru gidiyor. Be adam, biraz önceden kalkıp kapıya yaklaşsan olmaz mı?
İstanbul’un kurtulması için, şehre en kısa zamanda, meselâ bir sene içinde bir milyon otomobil daha girmesi lâzım. Yollar büsbütün tıkanacak. Her sabah ve her akşam en az iki milyon otomobil, içlerinde sadece birer kişi olmak şartıyla, yollara düzülecek. Adam veya bayan, akşam altıda işten çıkacak, evine onda varacak. Bu sıkışıklığın sonucu olarak, yaygın ve genel bir stres mi dersiniz, cinnet mi dersiniz, işte o olacak. Halk git gide çıldıracak. Şehrin idaresinden sorumlu kişiler korkunç protestolara maruz kalacak. Sadece trafik değil hayat kilitlenecek. Kavgalar, gürültüler, sinir krizleri gırla gidecek. İşte İstanbul, belki ondan sonra kurtulur.
Küçük Ayasofya Caddesi’nde, otomobil tamircisi Erdoğan Usta’yla görüştüm. Fiyatı 10,000 lirayı geçmemek şartıyla bana, eski fakat sağlam ve güzel bir araba aramasını söyledim. Böyle bir vasıtaya sahip olunca, ayda birkaç gün İstanbul’a bir, iki veya üç saat uzaklıkta, şirin fakat kör bir şehir ve belde arayacağım. Bulabilirsem bir eski zaman evi kiralayacağım. Taşlıktan üst kata çıkan ahşap merdivenin meselâ dokuzuncu basamağı gıcırdamalı... Küçük bir bahçesi olacak, yıpranmış pencerelerinden, kışın içeriye soğuk hava girecek... Fazla konfor filan istemiyorum. Eski bir Türk evi olsun yeter. Evlerin de ruhları vardır. Eski bir evin ruhunun sıcaklığı, insanı ısıtır. Ah eski evler! Odalarında yatak ve yorganları saklamak için yüklükler, yıkanmak için gusûlhaneler olurdu. Odalarda ocaklar vardı. Eski evlerin duvarlarını saran mor salkımlar, hanım elleri, küçük güller veren asmalar vardı. Bahçelerinde dut, erik, ayva ağaçları olurdu. Müfide Yenge’nin evinde, bir çilek üzümü asması vardı, meyveleri mis gibi kokardı. Bahçede tahta kapaklı bir kuyu. Yazın soğutmak için bir sepetin içine karpuz konur, iple kuyuya sallandırılırdı.
Evler eskiden yuvaydı. Ruhları vardı... Mal olunca, ruhlar uçup gittiler...