Diyarbakır’da ‘megri’ demiştik, evet!
16 Kasım 2013’te Diyarbakır’da toplu açılış töreni vardı. Törene önemli isimler davet edilmişti. IKBY Başkanı Mesut Barzani Erbil’den karayoluyla gelmiş, yanında da, 33 yıl sonra ilk kez ülkesini görecek Şivan Perver’i getirmişti. Başbakan Erdoğan, Mesut Barzani’yi, “Tıpkı babanız Mele Mustafa Barzani gibi, tıpkı amcalarınız gibi, siz de kardeşlerinizin topraklarına, Türkiye Cumhuriyeti’ne hoşgeldiniz” diye selamlamıştı.
Şivan Perver ile İbrahim Tatlıses platforma çıktılar. Tarihi bir sahneydi. Birlikte ‘Megri-Ağlama’ türküsünü söylediler.
Onlar ‘Megri-Ağlama’ derken, protokol ağlıyordu, mitinge katılan Diyarbakırlılar ağlıyordu. Televizyonu başında muhteşem düeti dinleyen Kürtler de, Türkler de ağlıyordu.
Bu sefer gözyaşları hüzünle değil; sevinçle, umutla akıyordu. Bu buluşma, bu tarihi manzara, Türklere, Kürtlere, bütün bölgeye özledikleri tabloyu sunuyor, umut dağıtıyordu.
Bugün ise Barzani ile ilişkilerimiz gerilmiş durumda. Bağımsızlık ilanı için referandum yapan Barzani’ye, Türkiye’den çok sert eleştiriler, çok sert uyarılar yapılıyor.
Her düzeydeki muhalifler, 2013’te Diyarbakır’daki o manzarayı hatırlatıp, “dün kol kolaydınız, birlikte ‘megri-ağlama’ diye türküler söylüyordunuz. Şimdi ne oldu?” diyerek güya Cumhurbaşkanı’nı, hükümeti akıllarınca köşeye sıkıştırdıklarını zannediyorlar.
Bunu her meselede yapıyorlar. “Beşşar Esed’le ailecek görüşüyordunuz, ABD ile şöyleydiniz, Almanya ile böyleydiniz” diyor ve bir “tutarsızlık” hikayesi üretmeye çalışıyorlar.
Devletler bazı insani vasıfları taşırlar: Zalim, mazlum olurlar; vicdanlı, vicdansız, merhametli, şedit olurlar. Ancak, insana ait bazı diğer vasıflar devletlerde olamaz. Örneğin devlet küsmez, darılmaz. Devlet naz yapmaz. Devlet kin tutmaz, intikam almaz, öfkelenmez, nefret etmez, aşık olmaz…
Tarih, hasmıyla hısım; hısımıyla hasım olanlarla doludur. Nice sultan, düşmanının şerrinden emin olabilmek için kızını, kız kardeşini hasmıyla evlendirip hısım olmuştur; nice sultan, kardeşiyle, oğluyla, babasıyla savaşmak zorunda kalmıştır.
Yakın tarihte de bunun sayısız örneği vardır: Venizelos, İzmir’i, Ege adalarını, Trakya’yı, hatta Ankara’ya kadar Anadolu’yu işgal eden Yunanistan Başbakanı’dır. 1930 yılında Ankara ve İstanbul’da Mustafa Kemal tarafından ağırlanmıştır. Osmanlı’yı dağıtan, İstanbul’u işgal eden, Lozan’ı Türkiye’ye dayatan İngiltere’nin kralı Edward aynı şekilde Mustafa Kemal tarafından misafir edilmiştir. Osmanlı’yı parçalayıp bugünkü kanlı Ortadoğu haritasını çizen Churchill İnönü’ye misafir olmuştur. 1930’larda Mussolini ve Hitler’e yapılan övgünün haddi hesabı yoktur.
Ürdün Kralı Abdullah, “Biz Osmanlı’ya Neden İsyan Ettik” isimli hatıratında ilginç bir detaya yer veriyor: “Maan Telsiz İstasyonu’ndan Cidde’yi ararken, aynı hat üzerindeki Diyarbakır’dan bir cevap gelmiş… Galip bey, benim adıma Mustafa Kemal’i arayıp selam vermek ve Araplarla Türklerin kurtuluşu için iki tarafın birlikte çalışmalarını teklif etmek üzere izin istedi… Mustafa Kemal Paşa, gönderdiği cevapta teşekkür ve minnetini ifade ediyor ve Fırat boyundan güneye doğru inmekte olan Kazım Karabekir Paşa’ya gerekli talimatların verildiğini söylüyordu…”
Bu hadise 1920 yılında yaşanıyor. Yani, Birinci Dünya Savaşı’ndaki en büyük hasmımızla, 100 yıldır “bizi sırtımızdan vurdu” denilen Arap kabileleriyle, savaşın bitmesinden sadece aylar sonra Mustafa Kemal’in iyi ilişkiler tesis ettiği anlaşılıyor.
“İngilizler topraklarımızı işgal etti” diyerek küsseydik; “İtalyanlar Öcalan’ı korudu” diye darılsaydık, “Fransızlar teröristleri saklıyor” diye diplomatik ilişkileri tamamen kesseydik; ya da mesela Ruslar, “uçağımızı düşürdünüz, büyükelçimizi koruyamadınız” diye bize ebediyyen kin tutsaydı, “siz de Sarıkamış’ta dedelerimizi şehit ettiniz” diye kestirip atsaydık, dünyamız, bölgemiz, ülkemiz acaba nasıl bir yer olurdu?
Türkiye, dış politikasını ilkeler üzerinden, uluslararası hukuk çerçevesinde ve “omurgalı” bir duruşla icra ediyor. Türkiye, insana ait iyi vasıfları, vicdanı, merhameti, dayanışmayı, yardımlaşmayı, haksızlık karşısında dik durmayı dış politikasının merkezine koyuyor. Şartlar değiştikçe, muhataplarının duruş ve tavırları değiştikçe, Türkiye, devletinin ve milletinin çıkarlarını koruyacak şekilde yeni şartlara uyum sağlıyor.
Dün Barzani ile çok iyiydik, bugün kötüyüz. Yarın şartlar değişirse, Barzani tutumunu değiştirirse yine iyi oluruz. Değiştirmezse, bakarsınız bugünden bile kötü oluruz. Bu da son derece doğaldır, olması gerekendir.
Devlet, kendisiyle aynı istikamete yürüyen adamla yol yürür; istikametini değiştirenle de yolunu ayırır.
“Dün Barzani’yle ‘Megri-Ağlama’ diye türkü söylüyordunuz, bugün ne oldu?” diye çok büyük açık yakalamış, tutarsızlık yakalamış gibi boş lakırdı yapan adam, tarih bilmeyen, devlet bilmeyen, aynı zamanda sırtında milletin mesuliyetini taşımayan boş adamdır.
Cumhurbaşkanımızın böylelerine sıkça yaptığı bir hatırlatma vardır: “Beyler! Bakkal dükkanı yönetmiyoruz, ülke yönetiyoruz ülke! Devlet yönetiyoruz devlet!”
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.