Ne dersiniz, affedelim mi?
İlk anda boy gösterisini ekranda görünce ister istemez “Ne cür’et..., nasıl olur da...”larla başlayan cümleler zihnimde birbiriyle yarıştı. Uzun zamandır ortalarda gözükmüyordu. Dört sene olmuştu. İnsan içine çıkacak yüzü de pek yoktu. En azından birçokları açısından öyleydi. Başka bir şey düşünülebilir miydi ki? Bugün dünyanın hızla içine sürüklendiği çıkmazın mimarlarından biri sayılırdı. Öyle veya böyle. Son pişmanlık fayda vermemiş, olan olmuştu. Ok yaydan çıkmıştı bile. Sonrası? Herkesin malumu... Doğu’da yüz binlerce insanın yok olup gidişi, binlerce ailenin çöküşü, global ekonomik krizin hepimizi kavuruşu, Batı’da işsizlik, umutsuzluk ve iflasla gelen duraklama... Onun peşine takılıp dünyayı beraberce karıştırdıkları lideri şimdi omuzları çökmüş haliyle persona non gratayı –istenmeyen adamı- sıkıla sıkıla oynuyor. Hadi lideri akıllı, aklı selim sahibi biri değildi. Bu konuda farklı kamplardan hemen herkes hemfikirdi. Yale’e falan gitmişti ama bunun babasının forsuyla olduğunu herkes biliyordu. E geçmişine baksan, kamu hizmetine girmeden on yıl öncesine kadar alkol müptelasıydı. Bu halinden kurtulması için ailesinin ikna edip yolladığı AAA toplantıları gençlik yıllarının damgası haline gelmişti. İyi becerdiği bir şey varsa o da kendiyle alay etmesiydi. Başkanlık seçimini kazandığı ilk günlerde bu gelişmenin yakınlarını ne derece şaşırttığına işaret ederek “ben her zaman için ailemin kara keçisi oldum” diyebilmişti mesela. Ne var ki Bush gibi bir siyasetçinin peşine takılabilen Collin Powell basireti, temiz geçmişi ve profesyonel başarısıyla tanınmış biriydi. Ama demek ki aklı başında görünen adamlar bile bedeli çok büyük olan hataları bile göz kırpmadan yapacak kadar sığlaşabiliyorlar zaman zaman. Ya bir yarımakıllının ya bir yarı delinin ya da gözünü hırs bürümüş avcının, rövanş dışında bir şey düşünemez hale gelmiş zalimin izini sürebiliyorlar...
Bütün bunları geçtiğimiz haftasonu Washington kulislerini hareketlendiren dedikodunun pazar günü gerçeğe dönüşmesiyle NBC kanalında bir programa katılan Colin Powell’ı gördüğüm için söylüyorum. İlk reaksiyonumu, için için buğz edişimi kontrol altına aldıktan sonra kulak verdiğimde ekranda yedi yıl önce Birleşmis Milletler Güvenlik Konseyi’nde “Savaş istiyorum! Savaş istiyorum!” çığlıkları yükselen savaş canavarını değil, dışarıya hikmetli bir hava saçan bir sesi buldum. Kullandığı yumuşak ton hepimize, sınırlar ötesinde yaşayan insanlığın tamamına mahcubiyetinin bir göstergesi miydi bilmiyorum ama değişmişliği göz ardı edilemeyecek kadar barizdi. Powell, Obama’ya olan desteğini açıkladı. McCain’i terbiye sınırları içinde alabildiğince eleştirirken Obama’yı göklere çıkardı. Ve sonra... Sonra da belki de şimdiye kadar bu topraklarda hiçbir siyasetçinin yapmadığı bir şeyi yaptı ve Müslüman olmaya pozitif bir atıfta bulundu. “İslâm”ın her çeşit türevinin yerden yere vurulduğu bir siyasi atmosferde, Washington’da, bir aday diğerine “Bakın işte o Müslüman!” diyerek saldırırken, ötekinin cevabının “Hayır değilim, İncil’e el basayım ki değilim!” havalarında olması bu ülkede yaşayan sekiz milyon Müslüman’ı incitir olmaktan çıkmış, ötesinde içselleştirilmişti bile. İşte tam da bu noktada, aşağılayıcı sıfatlar sözlüğüne eklenmiş “müslüman”lık Powell’ın ağzından çıkan şu sözlerle savunuluyordu: “Barack Obama Müslüman değil. Hıristiyan. Ama sormak lazım, bu ülkede Müslüman olmak yanlış bir şey midir? Yedi yaşında küçük bir Müslüman Amerikalının bu ülkede başkan olabileceğinin hayalini kurması yanlış bir şey midir, soruyorum?”...
Geç gelen bu apolojetik tavrı hemen başüstü etmek yerine bir kenarda bekletelim derim. Zira daha çok erken. Özür karın doyurmadığı gibi, gideni de geri getirmiyor. İnsanlığı bu derece hezimete uğratmanın bedeli bu kadar ucuz olmamalı.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.