Şiirin Beyaz Kartalı “Pervaz urup Hakk’a uçtu”
Türk şirinin Beyaz Kartalı Bahaettin Karakoç şiirin kanatlarında 88 yaşında Hüma kuşu gibi “Pervaz urup Hakk'a uçtu…”
70 yıllık soylu bir şiir hayatıyla Türk şiirini ayağa kaldıran bir kelime ustasıydı.. Şiirleri hakkında yüzlerce inceleme yazıları ve tezler yazıldı. Anadan doğma şairdir. Sonradan olmuş bir şair değildir. Kendi ifadesiyle:
"Kâlübelâdan beri muhacirim ben / Her nereye gitsem Ensar karşıladı / Bir at, bir kurt, bir yılan anladı da / Kendi cinsimden olanlar anlamadı / Omuz vurup geçenlerin açtığı yara / Kevgire çevirdi sevdalı yüreğimi / Ey Sevgili / Ne zaman darda kaldımsa / Hep sana yazdım arzuhalimi / Hep sen yetiştin imdada / / Bir kabir kapısının ağzında / Ne bir Münker, ne bir Nekir'im ben."
Aşkın ve tabiatın bütün değerleri onun şiirinde binlerce kelimeyle vücut bulur. O Türk dilinin mecrasındaki bütün kelimeleri harmanlayarak yeni bir söyleyişle gerçek bir şiire çeker. Kendi ifadesiyle kelime avcısıdır. Türkçe yazılmış şiirlerde en güzel Türkçe kelimeleri onun şiirlerinde bulabiliriz ancak. Onun şiirlerinde Cumhuriyetin dil devrimleriyle dayattığı Ataç Türkçesi veya uydurukça kelimeleri görmek mümkün değil. O, yaşayan Türkçe’nin en temizini ve ecdadımızın dilindeki en şeraretli kelimeleri şiirleştirir. Şiirleriyle bin yıllık İslâmlaşmış Türkçe’mize hizmet eden bir usta şairdir o.
Geleneğe bağlı kalarak kendi nev-i şahsına münhasır içinde binlerce hâlis Türkçe olan sayısız şiirlerin sahibidir. Kültürümüzün derinliklerinden alıp şiirleştirdiği güzel Türkçenin en seçme kelimelerini mazmunlaştırır ve edebî sanatların her biçimini ustaca kullanır. Şiirle kavilleştiği gibi, şiiri ahenkli ve akıcı kelimelerle mısralaştırmaya da kavilleşmiştir. Bu mânada gerçek Türkçe ile yazılmış şiire Karakoç’tan bir şiir numunesini okuyalım:
“İlkyaza bir kavlimiz var, hak yazarsa leylim aman! / Müjdeyle dönsün turnalar, gün uzarsa leylim aman! / Deme ki dağlar hâlâ kar, can bîzârsa leylim aman! / Sen mızrap ol yüreğim tar dert azarsa leylim aman!”
“KÂLÜBELÂDAN BERİ MUHACİRİM BEN”
Anadan doğma şairdir. Sonradan olmuş bir şair değildir. Kendi ifadesiyle “Kâlübelâdan beri muhacirim ben / Her nereye gitsem Ensar karşıladı / Bir at, bir kurt, bir yılan anladı da / Kendi cinsimden olanlar anlamadı / Omuz vurup geçenlerin açtığı yara / Kevgire çevirdi sevdalı yüreğimi / Ey Sevgili / Ne zaman darda kaldımsa / Hep sana yazdım arzuhalimi / Hep sen yetiştin imdada / / Bir kabir kapısının ağzında / Ne bir Münker, ne bir Nekir’im ben.”
“Şiirimizin beyaz kartalı. Şiirle yoğrulmuş çileli bir ömür, soylu bir kelime avcısı.” O, şiirin bir beyaz kartalıdır ki şu mısralar ancak onun kartal yüreğinden neşet eder: “Bir Çift Beyaz Karta /Hangi yayla yeşil, nerde keklik çok / Gel seninle orda olalım çocuk /Kayalar, kayalar... Sırt sırta vermiş / Kimi yeni mürit, kimisi ermiş.”
Karakoç’un şiirleri Türkçe’nin manzum bir lügati gibidir. Bir şairin ifadeleriyle “Türk edebiyatına yıkılmaz şiir kaleleri kuran, kurduğu kalelere bir daha dönüp bakmayan bu büyük usta. ‘Uzaklara Türküsü’nü söyledi. ‘Güneş Uçmak’ını bitirdi. ‘Beyaz Dilekçe’sini kayda geçirdi. ‘Şurada ne kaldı songüz demeye.”
Prof. Dr. Mehmet Narlı’nın, “1950 Sonrası Türk Şiirinde Bahaettin Karakoç” adlı Y. Lisans tezi, şairin şiirlerinde kullandığı, Türkçe’ye kazandırdığı ve bugün maalesef dilimizden düşürdüğümüz binlerce kelime, mazmun ve edebî sanatlar üstünedir ki, Karakoç’un şiirlerindeki dil gücünü bilmek isteyenler bu değerli teze müracaat etmesi şarttır.
“ŞİİR, ŞAİRİN ZİKİR ARACI…”
Eski çağlardan bugüne kadar şiire ilgili birçok târif yapılmıştır. Bu târifler insanların duygu ve düşüncelerine, değişen zaman göre sürekli farklılık göstermiştir. Bütün insanların kafa yapıları nasıl aynı olmazsa, insandan insana değişiklik gösteren şiir târifinin de kesin bir târifi olamaz. Bahaettin Karakoç’un da şiirle ve şiirin ilgili pek çok tanımı ve yorumu vardır.
Usta şairin şiir târifleri de tıpkı birer şiir havasındadır: “Şiir, şairin zikir aracı, kanatlı kelimeler armonisi, iç yangını. Şiir her zaman tan aklığında iyilik ve güzellik için yüreklerde çarpan kuş. Yağmur öncesi rüzgarı, yağmur çiçeği ve yağmur sonrası gökkuşağı. Şiir, bir sözdür; aşk yemini gibi güzel, ana sütü gibi helâl bir söz. Mâveradan eser, mâveraya akar. Bu akış içinde şiirin dalgaları, kime, ne kadar dokunmuşsa, o dokunduğu kimse şiirden o kadar nasibini alır” (Narlı, 1989: 49).
“ŞİİR, ŞAİRDEKİ İÇ YANGINLAR VE KIVILCAMLARDIR”
Ona göre, şiirin bir zikir aracı olması, onu yazan şairin ve okuyanın Allah’la ibadet ediyor gibi kutsal bir iş yaptığını gösterir. Armoni bir ahenk unsurudur. “Kanatlı kelimeler armonisi” olan şiirdeki kelimeler gerçek anlamlarından ve sıradanlıklarından kurtulup, başka bir dünyanın kapılarını aralayan sihirli birer anahtar olmuşlardır. Şiirin bir “iç yangını” olması, şiirin doğuşuyla ilgilidir. İç yangını olmadan, yüreklerde fırtınalar kopup depremler olmadan gerçek bir şiir doğamaz. Şiir, şairdeki iç yangınlar ve kıvılcımlar sonucunda kelimelere düşer. Bunun yanında şiirin insanî yanı vardır, iyilik ve güzellik ister ve getirir. Şiiri, aşk yeminine ve ana sütüne benzeten şair onun kutsallığına değinmiştir. Ona göre şiir ötelerden gelir ve yine ötelere götürür. Ve şiiri kim, ne kadar hakkıyla okumuş ve anlamışsa, şiir de güzelliklerini ona bu ölçüde açar.
“ŞİİR GAYE DEĞİL, GAYE UĞRUNA BİR VÂSITADIR”
Karakoç’a göre şiir bir gaye değil, gaye uğruna bir vâsıtadır. Yâni gaye olan mutlaka götüren bir ulvî vasıtadır şiir. Fakat bu vâsıtayı sıfatlandırır: “Şiir, benim için soylu bir araçtır. Şiiri, beni sonsuzluğa taşıdığı için yazarım; şiire sevdalı olduğum için yazarım. Kendim için yazarım, ölüler, diriler için yazarım, herkes ve her şey için yazarım. Bu herkes ve her şey “mutlak gerçek” etrafında dönen, şuurlu, şuursuz dönüp duran birer uydu değil midir aslında?” (Delibaş, Mehmet Delibaş, 1984, Bahaettin Karakoç İle Şiir Üzerine Sohbet, Olaylara Bakış, sayı: 23, İstanbul (Mülakat).
Şiirin nasıl bir bütünden oluştuğunu özetler şair: “Şiir, ses, söz, renk armonisinde billurlaşan özlemlerimizin, ihlasla salavatlanarak genişleyen duygularımızın, içimizdeki uyumlu ve aydınlık dünyalarımızın, organik bir terkibidir. Güzel bir dünya için, yetkin güzellikleri, özlemleri yüklenen diri bir mesaj, diri bir bakış ve kutsal bir nakıştır. Şiir ne kendini inkar eder, ne ferdi, ne toplumu, ne tabiatı, ne de Allah’ı. Benim, kelimelere yaslanan sanat teorimin özeti budur” (Bahaettin Karakoç, 1984, İlk Yazda, Cönk Yayınları, İstanbul).
Karakoç’a göre: “...Şiir, medeniyetlerin dönüşümünü hızlandıran bir sanattır” Kendisini dinleyelim:
“Yüce Peygamberimizin, benim için çok boyutlu bir pusula mertebesinde olan bir hadisi vardır, bir günü bir gününe eşit olanları tasvip etmediğini belirten. Bu hadisin işaret ettiği ufukların derinliklerine açılınca ufukların da, ilmin de, yeniliklerin de sınırsız olduğunu anladım. Dar kalıplarda sıkışıp kalmak, hareketsizlik, hep aynı teraneyle eprimiş görüntüler sergilemek içime sinmedi. Kemikleşmiş bâzı kuralların değişmesi, bâzı duvarların yıkılması gerektiğine inandırdım kendimi. Yeni sevdalar, yeni sevdalara yeni sözler gerek dedim ve kurdum şantiyemi... Çok önemli işler yaptığımın bilincindeyim. Bu işten anlayanlar da benim neler yaptığımın farkında” ” (Emine Sümeyra Alimoğulları, 2005, Bahaettin Karakoç’la Şiir Üzerine, Edebiyat Otağı, sayı: 3, Ankara).
Ah, Bahaettin ağabey, ah! Ahrete uçmadan yıllar önce ölümün şiirini yazmıştın: “Ölüme Bakan Açılar.” Ölümü Hak bilir, beklerdin. Bunun için yazmıştın şu mısraları:
“Bir rinde sordum ki ölümün aslı nedir /Dedi ki sevmemektir, içmemektir /Ne zaman ki elimdeki kadeh düşüp kırılır /Bil ki vakit gurup, yaklaşan ölüm demektir / Yorgun bir işçiye sordum aynı soruyu /Yüzüme tuhaf tuhaf bakıp durdu /Sanki dili bağlanmış da yüz mimikleriyle /Benim için ölüm, işsizlik diyordu /Bir askere sordum aynı soruyu /Dedi ki çirkini, korkulara yenilmektir /Ölümün güzeliyse cihad yaparken şehit olmak /Ne götüreceğini yaşarken bilmektir /Hiç ağlamamış bir hâkime sordum bu soruyu /Titredi deri değiştiren bir yılan gibi /Belli ki ölümü hiç aklına getirmemiş/ Herhalde iktidardan düşmek dedi /Az gözlü bir bezirgâna sordum bu soruyu /Bir servetine baktı, bir de dağlara /Ne fırtınalar atlatmıştı bugüne dek /Ölüm, bir iflastı kapkara/ Şanlı bir güzele sordum aynı soruyu /Işıklı kanatları aniden buruşuverdi /İlk kez sıkışıyordu zaman aralığında /Ölüm, yaşlanmak dedi ve ıslandı kirpikleri /Umutsuz bir hastaya sordum aynı soruyu /Doktoruna baktı, baktı ve daldı /Doktorsa bir kalbin durmasıdır ölüm dedi /Ve ıslıkla ağır bir melodi çaldı/ (…) / Bir inanmışa sordum bu soruyu /Dedi ki, ölüm bir geçittir gerçek sılaya /Yeter ki azığın has, binitin yürük olsun /Tevhid bayrağıyla yürü ukbâya.”
Mekânın cennet olsun, güle güle şair ağabey...
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.