M. Şevket Eygi

M. Şevket Eygi

Uyarıldım...

Uyarıldım...

BİR uyarı (tehdit değil) aldım. Bazıları yazılarımdan rahatsız oluyormuş. Bendenize kötülük yapabilirlermiş.

Türkiye, casusların cirit attığı bir ülke haline geldi. CIA, MOSSAD ve ötekiler...

İsrail’i tenkit etmek, o tenkitler yüzde yüz doğru olsa da antisemitizm olarak algılanıyor.

Müslümanlar içinde İsrail ve ABD ile sıkı işbirliği yapanlar var.

Filistinliler, Iraklılar, Afganlar, Somali halkı eziliyormuş... Müslümanlara yapılan zulümler birilerini fazla ilgilendirmiyor. Onların kendi dünyaları, kendi hesap ve menfaatleri, kendi stratejileri var.

Bu memlekette Başbakan bile güvende değil. Etrafında çelik bir ağ gibi korumaları var. Yollardan eskortlarla geçiyor. Son bir yıl içinde onbeş kadar suikast atlatmış.

Birçok gazetecinin, iş adamının, önemli VIP şahsiyetin gorilleri var.

1950’li yıllarda Başbakan (eskiden Başvekil denilirdi), bazen bir arkadaşı ile sokağa çıkar, yürüye yürüye konuşa konuşa gezerlerdi. Korumaları onu çok uzaktan takip ederdi. Beyoğlu’nda okuduğum sıralarda duymuştum. Başbakan İstiklâl Caddesi Kanzuk eczahanesi yanındaki Abdullah lokantasında tek başına yemek yemiş, garsona, o zamanın parasıyla beş lira bahşiş bırakmış...

Artık o günler mazide kaldı. Ülkemizde güvenlik yok. Korku, endişe, tedirginlik hakim.

Onların, birilerinin, bazılarının hışımlarından nasıl koruyabilirim kendimi?

Bazı konularda yazmam gerekiyor galiba.

Muhataplarımın çok kindar olduklarını biliyorum.

Kinleri ayaklarına dolaşır inşaallah.

Bu devirde bir insana zarar vermek ne kadar kolaylaştı.

Turgut Özal’ı, Adnan Kahveci’yi bile esrarengiz şekilde öldürdüler.

Ergenekon’un büyük aktörlerinden biri -rivayete göre- Başbakanın öldürülmesini istemiş. “Bir Numara” bunu kabul etmemiş, o bize lazımdır demiş.

Bir Müslümanın korunma konusunda yapacağı ilk iş Allah’a iltica etmektir. Bu konuda müstecab ve müessir dualar vardır.

Temiz niyetle verilen sadakalar belâ ve musibetleri savar.

Korktuğum için mi yazıyorum bu satırları? Kesinlikle hayır: Bir gazete yazarı bazı hususları okuyucularıyla paylaşmalıdır.

(Not. Benim, sizin, hepimizin telefonları dinleniyor. Günün 24 saatinde devamlı kontrol altındayız. Megakentin her yeri (tekrar ediyorum her yeri) dijital kameralarla gözleniyor, bilgiler elektronik hafızalarda depolanıyor. Vatandaşların gizli halleri, mahrem hayatı didik didik inceleniyor. Kimse bu durumdan gafil olmasın.)

Alkışlanacak Bir Bina Projesi

İSLÂM’dan, Osmanlıdan, Selçukludan o kadar nefret ediyorlar ki, Erzurum’da “millî mimarî” üslubunda bir okul binası yapılıyor diye aşırı tepki gösteriyorlar. Bazı ilerici gazeteler “Burası Okul mu, Cami mi?” başlığını atmış.

Şu “felâketlere” bakınız:

Okulun cephe duvarlarına (fasadına) çiniler konulacakmış.

Kapısında Selçuklu motifleri yer alacakmış.

Pencerelerin, kapıların şekli millî sanata uygun olacakmış...

Bunları istemiyorlar. Peki nasıl olmasını istiyorlar?

Mahkeme duvarı gibi ruhsuz, estetiksiz, sanatsız, değersiz bir bina mı?

Süleymaniyeleri, Selimiyeleri, Sultan Ahmetleri inşa edenlerin torunları şimdi Patagonya mimarîsine uygun binalar mı yapsınlar?

Soruyorum:

Sizin devrinizde Divriği Ulucamii’ne benzer bir yapı dikildi mi bu ülkeye? Bahsettiğim o cami uluslararası ciddî kuruluşlar tarafından dünyanın ve insanlığın en değerli mimarî yapıları listesine alınmıştır. Listede sizin ruhsuz, zevksiz, suratsız, mânâsız, gudubet yapılarınızdan biri yer alıyor mu?

Cumhuriyet’in ilk yıllarında millî mimarî cereyanı devam ediyordu. Sonra önünü kestiler, kimisi Nazi Almanyasının, kimisi Stalin Rusyasının binalarına benzeyen ve bizim kimlik ve sanatımızla bağdaşmayan yapılar dikmeye başladılar.

Osmanlı devletinin son yaptırdığı âmme hizmeti binası Sultan Ahmet hapishanesidir. Bu bina bir mimarlık ve sanat şaheseridir. Şu anda beş yıldızlı uluslararası bir otel olarak hizmet vermektedir. Güzelliğini ve sanatını tasdik ve teslim etmek için o şahane büyük giriş kapısına bakmak yeterlidir.

Atalarımız, imparatorluğun batış yıllarında bile böyle güzel binalar yapmışlar; sıradan bir hapishaneye bile ruh, mânâ, estetik, zevk ve sanat üfleyebilmişlerdir.

Türkiye bir muz veya ananas cumhuriyeti değildir. Bizim bu coğrafyada bin yıllık bir mâzimiz, sanatımız, kültürümüz, mimarlığımız vardır. Yeni yapılan okul, üniversite, hükümet konağı, belediye binası, adliye sarayı, müze, kütüphane vesair yapıların elbette Selçuklu, Beylikler, Osmanlı mimarîsinden ilham alınarak inşa edilmesi gerekir.

Osmanlılar mimarlıkta mutlak güzelliği ve estetiği yakalamışlardır.

Selçuklu atalarımızın nefis eserleri ortadadır.

Anadolu beylikleri devrinden kalma nice şaheser hâlâ ayaktadır.

Ruhsuzlar ve soysuzlar lisanımızı bozup dejenere ettiler. Bundan 100 yıl önce iki yüz bin kelimeye sahip o derin Osmanlıca’yı kuşa çevirip, arı duru, öztürkçe, uyduruk, musikisini yitirmiş fakir bir dil türettiler. Kelime ve terim sayısını 20 bine indirdiler. Onun çoğu da bilimsel sözcüklerdir, biyolojideki karından bacaklılar gibi... Lisanı bozarak Türkiye halkının dilini kestiler. Bu yetişmiyormuş gibi mimarlığı, şehirciliği de dejenere ettiler, ülkemizi çirkin beton yığınları ile doldurdular.

Osmanlı-İslâm devrinde evler yuva idi, bunlar onu mal haline getirdiler.
Erzurum’da, başka yerlerde Selçuklu ve Osmanlı mimarî üslubunda güzel ve sanatlı binalar yapılmasını alkışlıyorum.

Önceki ve Sonraki Yazılar
M. Şevket Eygi Arşivi