Bab... Babür... Babüroğlu... Ve o fotoğraf!
Biliyorsunuz, Manisa Er Eğitim Tugay Komutanı Tuğgeneral Naim Babüroğlu, iki eyleminden dolayı hâlâ eleştiriliyor... O “eylem”leri biliyorsunuz... Birincisi; 29 Ekim kutlamaları dolayısıyla verilen resepsiyonda; Manisa Belediye Başkanı Bülent Kır’ın eşinin “başörtülü” olduğunu görünce apar-topar salonu terketmesi, ikincisi ise; “evlatlarının yemin töreni”ne gelen “başörtülü ana ve bacıları” tören alanına almayıp, “tel örgüler arkası”na atmasıydı... İşte bu tavırlarından dolayı, “yoğun eleştiriler” yöneltildi kendisine... “Başörtülülere tahammül edemeyişi”nin sebepleri soruldu...
“İsrail ile Filistin” arasına “utanç duvarı” çeken “Siyonist yönetim” gibi; “analar ve oğulları” arasına “tel örgüler” çeken ve “asker anaları”nı, “tel örgülerin arkasına” atan Tuğgeneral Naim Babüroğlu’nun tavrına yönelik “eleştiri”leri biliyorsunuz...
O tavır; gerek “siyasi”ler, gerek “STK temsilcileri” ve gerek “yazar”lar tarafından sert şekilde eleştirilmişti.
“ÇOCUKLARI DA ASKERE ALMAYIN!”
Buyrun, o eleştirileri yeniden okuyalım:
¥ Bugün’den Erhan Başyurt: “Manisa 1. Piyade Er Eğitim Tugay Komutanlığı önünde çekilen fotoğrafı ilk gördüğümde inanamadım. İnanmak istemedim.
Genelkurmay, böyle bir ayrımcılık iddiasını en sert şekilde yalanlar diye bekledim. Önceki gün böyle bir açıklama gelmedi.
Fotoğrafı daha da acı yapan, 40 yaşın üstündeki başı kapalı kadın akrabaların içeri alınıp, altındakilerin alınmaması...
Demek ki, Türkiye’de sadece üniversite mezunu olana kadar değil, “kırkı çıktıktan 40 yaşına kadar” kadınlar başlarını örtmemeli.
Türkiye, bu utancı hak etmiyor. İnsanımız, bu ayrımı hak etmiyor. Peygamber Ocağı ile “Cennetin ayakları altında” olduğu anaları ayıran bu uygulamaya son verin.
Yok, eğer bu yakışıksız uygulamayı sürdürecekseniz, annesini kışlaya almayacağınız çocukları bari askere de almayın.” (9.11.2008)
“ARUN ALEYKÛM!.. ARUN ALEYKÛM!
¥ Yeni Asya’dan Faruk Çakır: “Yanılmıyorsam, 2002 yılında; izleyenleri şok eden bir ‘şiir’ vardı televizyon ekranlarında. İsrail tarafından babası hapsedilen bir Filistin’li kız çocuğu, babasına duyduğu hasreti “Arun aleyküm, arun aleyküm, arun aleyküm” diye başlayan bir şiirle dünyaya duyurmuştu.
Gözü yaşlı Filistinli kızın okuduğu bu şiir, dinleyenleri de şok etmiş, belki de bir hafta boyunca Türkiye’nin gündemi olmuştu.
Gazetelerde yer alan bir haber bana o günleri hatırlattı ve Filistinli kız çocuğu gibi “Arun aleyküm” demek gerektiğini düşündüm.
Filistinli gözü yaşlı kız çocuğunun bu haykırışının, “Utanın” anlamında olduğunu da her halde hatırladınız...
Peki, “Arun aleyküm” dedirtecek manzara neydi? Haberlere bakılırsa askerlik görevini yerine getiren oğullarının ‘yemin töreni’ne katılmak isteyen anneler, başörtülü oldukları için ‘tören’e alınmamışlar. Onlar da tel örgülerin dışında çocuklarının, belki de kardeşlerinin yemin törenlerini izlemiş. Tabiî bir ‘iyilik’ yapmışlar ve bu ayrımı “40 yaşın altında olanlar”a uygulamışlar. (...) Yani, başörtülü ‘nine’lere serbest, başörtülü ‘genç anneler’e yasak!
Niye? Her halde ‘genç anneler’in başörtüsünü ‘ideolojik sebeple’ taktıklarına hükmedilmiş! Yüz bin defa “Arun aleyküm.”
(...)
Türkiye’yi idare edenler ya bu yanlışlara itiraz etsin, engel olsun; ya da bu yanlışları ‘cesaretle’ savunsun. “Hiç bir şey olmamış gibi” davrananlara da “Arun aleyküm!” (10.11.2008)
BU, PARYA MUAMELESİDİR!
¥ Bugün’den Nuh Gönültaş: “Bu fotoğrafın çekilmesi atmosferini oluşturan sorumlularından başka kim, Türk Silahlı Kuvvetleri’ni daha fazla yıpratabilir?”
Benzeri şeyler resmi bayramlarda da oluyor.
Rütbeli askerler başörtülü belediye başkanı eşi, ya da başörtülü bürokrat eşleriyle adeta kovalamaca oynuyorlar.
Eğer bir ödül töreninde rütbeli askerler ödül verici konumdaysa ve ödül alanlar başörtülüyse “Bu kişiye ödül vermem” diyor.
Zenci muamelesi de değil bu, olsa olsa, parya muamelesi.” (11.11.2008)
Sadece bunlar değil elbet... “Kartel gazeteleri” haricindeki hemen her gazete ve duyarlılık gösteren hemen herkes tepki gösterdi bu olaya!..
Gördüğünüz gibi;
Kimi “utanın” anlamında “Arun aleykûm” dedi, kimi de “başörtülü” anaların “parya muamelesi” gördüğünü, bu tür olayların “TSK’yı yıprattığını” söyledi...
Şahsen ben; bütün bu “eleştiri”lere katılmakla birlikte, bir yandan da “Tuğgeneral Naim Babüroğlu’nun başörtüsüne karşı niçin bu kadar tahammülsüz olduğunu” düşünüyordum.
BAŞKA BİR İNANÇTAN OLABİLİR Mİ?
“Acaba” dedim, kendi kendime;
“Tuğgeneral, başka bir inancın veya başka bir ideolojinin sahibi olabilir mi?.. Başörtüsüne tahammülsüzlüğü, inanç farklılığından kaynaklanyıor olabilir mi?”
Açık söyleyeyim... Bunu düşündüm... Niye düşündüm?.. Çünkü, İzmir Dokuz Eylül Üniversitesi Rektörü Prof. Emin Alıcı ile Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi Rektörü Prof. Yücel Aşkın’ın “eylem ve söylemleri”ni hatırladım...
Biliyorsunuz, Emin Alıcı; “Türkler keşke Müslüman olmasaydı” sözleriyle, Yücel Aşkın da “üniversite bahçesine Haç’ı andırır heykeller diktirmesi”yle gündeme gelmişti!..
“Acaba niye?” diye araştırdığımızda; Alıcı’nın “Süryani inancı”nda olduğunu, Aşkın’ın da “Ermeni asıllı” olduğunu görmüştük!..
Hayır; hiç kimsenin “din, inanç veya köken”iyle ilgilenmiyor ve bundan dolayı kimseyi suçlamıyorduk ama; biz “onların inançları”na saygı gösteriyorsak, aynı saygıyı onlardan da bekliyorduk!..
Yani; onlar “inanç ve köken”lerinin gereğini yapacaklar, “nüfusunun yüzde 99’u Müslüman” olan bu ülkenin insanına “baskı” yapacaklar ama biz sessiz kalacağız öyle mi?..
Nerede o yoğurdun bolluğu?..
Herkes, kendi inancını özgürce yaşasın!.. Ama, benim inancıma müdahale etmeye veya benim dinime lâf söylemeye kalkarsa, işte orada “haddini bilmesini” isteriz!..
Uzatmayalım; Prof. Emin Alıcı ve Prof. Yücel Aşkın’la ilgili yayınlarımız, işte bu yüzdendi... Biz, onların inancına kesinlikle müdahale etmedik ama onlar bizim inancımızla kıyasıya mücadele etti!..
Bu mücadelenin perde arkasında “inanç ve ırk ayrımı”nın yattığını nice zaman sonra öğrendik ve bunu da belgeleriyle serdik gözler önüne...
“Tuğgeneral Naim Babüroğlu’nun başörtülülere olan tahammülsüzlüğü”nün sebebini işte bunun için merak ettim... Bu tahammülsüzlüğün altında, gerçekten “laiklik endişesi” mi yatıyordu, yoksa kendisi, “başka bir inancın mensubu” olabilir miydi?..
BABÜR ŞAH VE BÂB!
İşte bunları düşünürken, Tuğgeneral Babüroğlu’nun “Soyadı” çekti dikkatimi!..
Biraz “Yalçın Küçük’lük” yapıp, “Babüroğlu” soyadı üzerine araştırmaya başladım...
“Babüroğlu!.. Babüroğlu” derken, “Babûr Şah” geldi aklıma...
Babûr Şah’ı biliyor olmalısınız...
“Hindistan’daki en büyük Müslüman Türk Devleti olan Gürgâniyye Devleti’nin kurucusu... Asıl adı Zahireddin Muhammed Babür’dür... Timur Han soyundan gelip, babası, Sultan Ebu Said’in oğlu, Fergana hükümdarı Ömer Şeyh Mirza’dır.
14 Şubat 1483’te Fergana’da doğdu... 1526’da kurduğu devlet, 332 sene yaşadı... Kendisi, 25 Aralık 1530’da öldü!..”
Şunu düşündüm: Tuğgeneral Naim Babüroğlu’nun soyadı “Babûr Şah”tan geliyor olamaz!.. Öyle ya; Babûr Şah, “İslâm dâvâsı” güden bir komutan, Babüroğlu ise “İslâm’ın emri başörtüsüne tahammülsüz” bir komutan!..
Dolayısıyla, “Babûr Şah’ın soyu”ndan gelmesi, oldukça zor bir ihtimal!..
Baktım “Babûr”den bir şey çıkmıyor, bu defa “Bâb”ın bir anlamı var mı diye düşündüm...
Sözlüklere bakınca gördüm ki; “Bab” demek, “kapı, giriş” demek... Yani, burada da sonuç yok!..
Bu defa, internete girip, arama motoruna “Bab” yazdım...
Karşıma ne çıktı dersiniz!..
“Bâb... Bâbilik... Bahailik!”
İlgiyle okumaya başladım;
“İran’da Bâb lâkabıyla tanınan Mirza Ali Muhammed, 1844 yılı Mayıs ayında insanlığa yeni bir haber getirdiğini ileri sürüp, Bâbilik mezhebini kurdu. Devlet güçlerine baş kaldırmaları sonucu Bâbilerin birçokları öldürüldü. Bâb Mirza Ali Muhammed, 1850 yılının Temmuz ayında irtidat suçuyla Tebriz’de kurşuna dizildi.
Bâb’ın yakınlarından olduğunu ileri süren Mirza Hüseyin Ali, Bâb tarafından haber verilen ve zuhur edeceği bildirilen kişinin kendisi olduğunu açıklayıp, bu mezhebi Bahâilik adıyla yeniden faaliyete geçirdi.
Bâbilerin, İran Şahı Nasirûddin’e karşı giriştikleri bir suikast teşebbüsünden sonra Mirza Hüseyin Ali, İran’da tutunamayınca, Osmanlılar’a sığındı. Bir müddet Edirne’de ikamet etti. Burada sapık inançlarını yaymaya çalışınca Akka’ya sürgün edildi.”
BAHAİ DE OLSA, BENİ İLGİLENDİRMEZ!
“Tuğgeneral Naim Babüroğlu’nun Bahailik inancına sahip olduğuna inanmamakla” birlikte; ne yalan söyleyeyim “soyadı”nın nereden geldiğini hâlâ merak ediyorum!..
Haaa, şunu da söyleyeyim:
Sayın Tuğgeneral, “Bahaî inancı”na mensup da olabilir... Hatta ve hatta “Türkiye Bahaileri Ruhani Mahfili”nin üyesi de olabilir... Dahası; “Avrupa veya ABD’deki bir kilisenin mensubu” da olabilir!..
Bütün bunlar; ne beni, ne de bir başkasını ilgilendirir... Hiç kimse, hiç kimseyi, “inancı ve kökeni”nden dolayı yargılayamaz, asla suçlayamaz!..
Kur’an-ı Kerim’in de buyurduğu gibi;
“Lekûm, dinikûm, veliyedin”
Yani; “Senin dinin sana, benim dinim bana.”
Biz, bu inançtayız... İsteriz ki, “başka dinin mensupları” da, bizim inancımıza saygı göstersin!.. Yani, kendi inancını “baskı aracı” olarak kullanmasın!..
Bunu özellikle belirtiyorum ki; “inançlara saygısızlık” etmek gibi bir amacımız olduğu düşünülmesin!..
Kaldı ki; Tuğgeneral Naim Babüroğlu’nun “başka bir din ve inancın mensubu” olduğunu hiç düşünmüyorum, böyle bir iddiada da bulunmuyorum.
“Velev ki, olsa bile...” bunun, kimseyi ilgilendirmeyeceğini söylemeye çalışıyorum...
Ama, itiraf edeyim:
“Bab!.. Babûr!.. Babüroğlu” kelimelerinden hareketle yapmaya çalıştığım “beyin cimnastiği”nin sonunda, bir sonuca varabilmiş değilim...
Evet, “o fotoğraf”ın izahını hâlâ yapamadım!.. “Asker anaları” ile “evlâtları”nın arasına niye “tel örgüler” çekilir ve analar; evlâtlarının mutlu gününde niye yanlarında olamazlar?!?
Var mı bunun bir izahı?..
İzah eden varsa, bana da söylesin!..
O başyazı neyin nesi?
Hürriyet, dünkü 1. sayfasından “başyazı” yayınlayıp, “birilerine olan öfkesini” yansıtmış... “Bu basın cüce” demiş, “yandaş” demiş, “besleme” demiş!.. Hayır, üzerimize hiç alınmadım... Çünkü, herkes bilir ki, Vakit, Türkiye’nin “bağımsız, bağlantısız ve güdümsüz” tek gazetesidir!.. Ve ayrıca, “besleme” değil, “besmeleli” bir gazetedir!..
“O halde Hürriyet kimi ve neden hedef aldı?” diye düşünüyorken, önceki günkü “Star’ın sürmanşeti” geldi aklıma... Çünkü orada, “o kaynak diyor ki” şeklinde bir başlık vardı...
Şamil Tayyar’ın yazısı sürmanşetten anons edilmişti... Şamil, soruyordu: “Aydın Doğan, Ergenekon’dan nasıl sıyırdı?.. Hürriyet Aydın Doğan’a mı ait, yoksa Koç’lara mı?.. Aydın Doğan, Doğu Perinçek’le görüştü mü, görüştüyse Susurluk konusunda hangi sözü verdi?.. Veli Küçük’e hangi mesajı gönderdi?”
Gibi sorular... Demek oluyor ki, Hürriyet, işte bu sorulardan gocunmuş ve “soru”lara “hakaret”le cevap verme yolunu seçmişti... Oysa; “Aydın Doğan’ın Ergenekon’la ilişkisi yok ki, sıyırsın!” diyebilirlerdi!..
Bunu diyemediklerine ve saldırdıklarına göre; acaba?!?..