Bilişim çağında uluslararası politikanın
Soğuk savaş sonrası dünya sisteminin “küresel” nitelik kazanmasının bir sebebi “dünya sisteminin tek kutuplu bir yapıya büründürülmüş olması” iken, asıl nedeni ise “bilişim çağıyla aynı dönem içerisinde” buluşmuş olmalarıdır. Bu dönemde, bilişim çağının “bilgi üretim merkezleri ile iletişim araçları”na sahip olan güçler, kısa süre zarfında ciddi hamleler yaparak “şaşırtıcı derecede” tırmanış gerçekleştirebilme şansına sahip bulunuyorlar. Söz konusu yarıştan kopan güçler, “küresel aktör” konumunda olsalar bile, çok geçmeden “ayrıcalıklı” konumlarını kaybetmeye mahkûm olacaklardır. Aynı şekilde, bilgi ve iletişim teknolojilerine uyum sağlayarak “küresel rekabete hazır hale gelme becerisi gösteremeyen vasat güçler”in ise, daha üst basamağa çıkmak bir yana, hâlihazırdaki konumlarını muhafaza etmeleri dahi mümkün olmayacaktır. Dolayısıyla yeni dönem, öylesine sürpriz gelişmelere gebe ki; belki de çeyrek asır gibi kısa zaman dilimleri içerisinde, dünyadaki güç dengeleri tamamen değişerek “yeni altüst oluşların yaşanmasına şahit olunması” artık fazlaca sürpriz sayılmayacaktır.
Durumun bu derece hassas, kritik ve geçişken olduğunu gören ABD liderliğindeki Mihver ülkeleri (ABD-İsrail-AB), 11 Eylül 2001 tarihini milat kabul etmek üzere, “eski emperyalizm ve sömürgecilik dönemlerinden kalma alışkanlıklarını konuşturup” Genişletilmiş Ortadoğu (Yeni Ortadoğu) coğrafyasından başlayarak, bütün dünya ülkelerini parsellemeye giriştiler. Yeni dönemde uygulamaya koyulan neoemperyal açılımın odağına “radikal İslâm ve ondan beslendiği iddia edilen küresel terör”le mücadelenin konulması sayesinde ABD, Batılı düşünceye sahip ciddi ülkelerin tamamına yakınını yeniden kendi çevresinde toplamayı başarmıştır. Böylece, bir taraftan Rusya, Çin, Hindistan gibi alternatif güç merkezlerine (şimdilerde ise Şanghay İşbirliği Örgütü’ne) karşı daha güçlü bir Mihver oluşturulurken, diğer taraftan da İslam coğrafyası başta olmak üzere, bütün dünya coğrafyasındaki kaynakların sömürülmesine uygun bir mücadele süreci başlatılmıştır. Bu mücadelenin başarıya ulaştırılması için, “neoliberal küresel sistemin perde gerisindeki güçler” konumundaki Çok Uluslu Firmalar (ÇUŞ) ile Küresel Fonlar (KF)’ın da arzu ettiği şekilde, ulus-devletlerin yapısını dönüştürmek üzere önemli operasyonlara girişilmiştir.
Tek kutuplu dünya sistemini “sarsılmaz” bir hale getirip, alternatif güçlerin ortaya çıkmasını engellemeyi temel amaç edinen Mihver ülkeleri; bu amaçla “antik, etnik ve mezhep milliyetçiliği” silahını çok acımasız bir şekilde kullanmaya başlamışlardır. Söz konusu süreç, tamamen “çifte standarda göre” işletildiği için, Mihver ülkelerinin menfaatine olan uygulamalar, bir bakıyoruz ki diğer ülkelerin ise aleyhine işleyecek biçimde işletilmeye çalışılmaktadır. Gerçekten; Mihver ülkelerinin geleceği “antik milliyetçilik” çerçevesinde yeniden şekillendirilmeye çalışılırken, dünyanın geri kalan ülkelerinin “etnik ve mezhep milliyetçilikleri” temelinde ufalandırılmasına yönelik programlar devreye girdirilmektedir. Örneğin, “Yahudi efsaneleri”ne dayanarak, İsrail oğullarına modern bir yurt oluşturma çalışmaları yürütülürken kullanılan “antik milliyetçilik” yanında, vatan olarak Filistin (Kenan Êli) topraklarının seçilmesi ve bu uğurda “Rusya dâhil” bütün Batılı ülkeleri seferber edilmesi hiçbir zaman tesadüfi olmamıştır. Aynı şekilde, tabii “hayali akrabalıklar” da dikkate alındığında 50 milyonu aşan sayıya kadar çıkarılmakla birlikte, dünya genelinde bilinen Yahudilerin sayısı 12 milyon civarında olmasına rağmen; sadece “antik milliyetçilik” takıntısı sebebiyle, neredeyse İstanbul gibi bir büyük şehri ancak dolduracak sayıdaki nüfuslarıyla “Nil nehrinden Fırat nehrine kadar” uzanan milyonlarca kilometre karelik bir coğrafyayı “vaat edilmiş toprakları” inancıyla ele geçirmeye çalışmaktadırlar.
Dikkat edersek, İsrail Devleti ve diaspora (kopuntu) Yahudilerindeki “antik milliyetçilik” tutkusu o derece üst derecelere tırmanmış bulunuyor ki, bu uğurda, Genişletilmiş Ortadoğu Coğrafyasındaki (Yeni Ortadoğu) ülkelerde yaşayan farklı etnik köken ve mezhep inancına sahip grupları “etnik, ırkçı ve mezhep milliyetçiliğin teşvikiyle” tamamen birbirleriyle kavgalı bir duruma sürüklemeye çalışmaktadırlar. Hâlbuki gerçekte “etnik ve mezhep milliyetçiliği” bizzat İsrail’de toplanmaya çalışılan Yahudilere uygulanacak olsa, emin olabiliriz ki, onlarca farklı grup kimliği ortaya çıkacaktır. Çünkü bu insanların çoğunun ırk yapısı tamamen mozaikleştiği gibi, dünya görüşleri de neredeyse tamamen anonim bir bakışa dönüşmüştür. İşte, bu derece zayıf bağlarla birbirlerine bağlı olan Yahudi toplulukların, binlerce yıllık efsanelerden yola çıkılarak, “antik milliyetçilik” çerçevesinde birbirleriyle kenetlendirilmelerine çalışılırken; belki de binlerce yıllık ortak geçmişe sahip olan Yeni Ortadoğu coğrafyasındaki Müslüman halklar ise, saçma sapan gerekçelere dayandırılarak ekilen fitne ve fesatlar sebebiyle, “etnik ve mezhep milliyetçiliği”ne kurban edilme noktasına sürüklenmektedirler.
Benzer bir durum Avrupa Birliği projesi, Anglo Sakson Projesi ile Avro-Transatlantik projeleri için de söz konusudur. Hakikaten, mesela; aynı etnik kökene ve önemli ölçüde de aynı ırk temeline dayalı Türk dünyası ile Arap âlemi kendi birlikteliklerini oluşturmasın diye “binlerce fitne, fesat, yalan, dolan ve ayak oyunu” piyasaya sürülürken; birbirleriyle hiçbir “ırk bağı” olmayan ve kısmi düzeyde etnik bağlantısı olan Avrupa ülkelerinin bütünleştirilmesi için, “onlarca hayali ortak gelenek” oluşturulmaya ve hatta ayrılık unsuru olan binlerce tarihi hakikat ise “karşılıklı onayla” rafa kaldırılmaya çalışılmaktadır.
Aynı şaşırtıcı hakikat “mezhep ayrılığı” noktasında da gözlenmektedir. Gerçekten, Şii (Alevilik, Fatımilik, Caferilik, ...)-Sünni ayrılığı bugün bir çatışma konusu haline gelsin diye bizzat Mihver ülkeleri tarafından bilinçli ve planlı bir şekilde kışkırtılmaya çalışılırken; Protestan, Katolik, Ortodoks vs. gibi onlarca farklı mezhebin keskin sınırlamaları çerçevesinde, farklı mezhepsel kutuplara ayrılmış olan Batılı ülke toplulukları arasındaki bu tarz ayrılıklarının törpülenmesi için ise, milyarlarca dolar düzeyinde paralar harcanmaktadır. Bu durumu, değişik noktalara yayarak, daha farklı örneklerle zenginleştirmemiz mümkündür.
Dikkat edersek, postmodern küresel sistemin hâkim aktörleri, kendi durumlarını daha da sağlamlaştırabilmek için “antik milliyetçilik” silahına sarılırlarken; muhtemel rakiplerinin önünü kesmek ve neoemperyal yayılımlarını daha da başarılı kılabilmek için ise, diğer ülkelerde “etnik, ırkçı ve mezhep milliyetçiliği” fitnesini devreye girdirmektedirler. Bu durum, Doğu ile Batı, Araplar ile Yahudiler, Hıristiyanlık ile İslâm medeniyetleri arasında “hakem” rolündeki Türkiye’ye çok ciddi bir misyon yüklemektedir. Türkiye; bu misyonuna ve kendisine beslenen büyük ümitlere uygun bir şekilde hareket ederek, kimseyi mağdur etme niyetine sapmadan, çifte standart uygulamalarına konu edilen “antik, etnik ve mezhep milliyetçilikleri”nin soğuk kanlılık ve sağduyu çizgisine çekilebilmesi için elinden geleni yapmalıdır. Zira, ne yazık ki, bu sürecin geriye çevrilmesinin başkaca bir yolunun kalmadığı görülmektedir.