Orhan Pamuk’un dişi versiyonu

Orhan Pamuk’un dişi versiyonu
Habervaktim yazarı Selami Güdener, aylık olarak çıkan Anadolu Gençlik Dergisi’nin Aralık ayı sayısında Yazar Elif Şafak’ın kitabı ‘Aşk’a çok ilginç bir eleştiride bulundu. İşte Güdener’in o yazısı…

"Elif Şafak’ın Aşk’ına bir eleştiri denemesi

Aşk kağıda yazılmıyor Mihriban!

Elif Şafak Aşk’ı yazdı; yüz binlerce sattı; kem gözlere şiş, hâlâ da peynir ekmek gibi gidiyor. 

Pembe kapaklısının müşterisi ayrı, gri kapaklısının ayrı… Meğer insanlarımız aşka nasıl da susamış…

Dilimize pelesenk oldu aşk. İlişkisinin aşk olmadığını/olmayabileceğini düşünen yok neredeyse.

Çiftler birbirine ‘aşkım’ diye hitap etmiyorsa, dillerdeki bu eksiklik, gönüllerdeki eksikliğe delil kabul ediliyor.
Ağızlarda sakız ettik aşkı. O kadar ki, bu gözler şahit, köpeğine bile aşkım diyenler var.

Piyasa malı haline gelmiş bir aşk, pek matah bir şey olmasa gerek. Leyla ile Mecnun’un aşkına öykünülür, Mevlana ile Şems-i Tebrizî’nin aşkına gıpta edilir de, köpeğine ‘aşkımmm’ diyen birinin aşkına öykünülmez herhalde.

Doğrusu, bu kadar çok konuşulmasına rağmen, insanların aşkı bildikleri şüpheli. Olur olmaz, bayağı kadın erkek ilişkilerini aşk sanmak, ne kadar aşk cahili olduğumuzun ispatı değil mi? Sıradan insanların aşkı bilmemesinde şaşılacak ve garipsenecek bir durum yok; Elif Şafak acaba aşkı biliyor mu? 

“Yahu kadın aşkın kitabını yazmış, senin sorduğun soruya bak, laf mı bu!”

Dücane Cündioğlu yırtınadursun “Aşkın kuralı mı olurmuş!” diye, hanımefendi üşenmemiş, tam 40 kural koymuş ortaya… İnşallah, mezarında kemikleri sızlamıyordur Tebriz güneşinin. Yazarımızın hiç vicdanı sızlamamış bunları yazarken. Hiç düşünmemiş, “aşkın kuralı olmaz derlerdi, bunlar da neyin nesi” diye…
Belli ki, Mihriban türküsü de hiç kulağına çalınmamış: “Yar deyince kalem elden düşüyor / Lambada titreyen alev üşüyor / Aşk kağıda yazılmıyor Mihriban”

Aşkın koşulu yoktur ki kuralı olsun. Aşk karşılıksızdır. Aşk hasbiliği gerektirir; hesapsız olmayı. Hesap ve çıkar olmayınca, kural da olmaz. Akıl kural vaz eder, gönülse ferman dinlemez!

Elif Şafak’ın Aşk kitabı için yapılabilecek en temel eleştiri budur. Yazarımız kurallar koymakla, aşkı aklıyla yazdığını ispatlamaktadır. Kays çöllere düştüğüne, aklını yitirdiğine yansın! 

Aşkın kitabını yazmak kabilse, bu akılla değil, ancak gönülle yazılabilir. Elif Şafak’ın Aşk’ının gönülle bir rabıtası olmadığı apaçıktır. Gönülden çıkmayınca, sûfîlik özentisi de aşka bir anlam ve değer katmaya yetmemiştir.
Aşk kitabının gönülle bir ilişkisi olmadığı tespiti, işin özüne dair temel bir eleştiridir. Bu nedenle kitapla ilgili bir yargıya varmamız için yeterlidir. Ancak yazara ve eserine dair eleştiriler bununla sınırla kalmış olsaydı, en fazla söylenecek şey şu olurdu: Kifayetsiz!

Fakat daha vahim bir durumla karşı karşıya olduğumuzu belirtmek gerekir. Maalesef yazarımız hem kifayetsizdir, hem de muhteris!

Ben Elif Şafak’ta, Orhan Pamuk’un dişi versiyonunu görüyorum. Yazar, Nobel’e giden yolu bilmektedir; Baba ve Piç’ten sonra Aşk, yazarımızın, bu yola koyulduğunun belgesi niteliğindedir.

Yazarın niyeti, aşk üzerine iyi niyetli bir deneme değildir. Yazar, Mevlana ve Şems-i Tebrizî gibi Doğu’nun en büyük hazinelerini, Batılılara yağmalatmak istemektedir. Dücane Cündioğlu, “Altın bulmak ümidiyle erenlerin türbesine kazma vurulmaz” diye endişelerini dile getirirken yerden göğe kadar haklı değil midir?

Yazar, Batı’da Mesnevi’nin İncil’den sonra en çok okunan kitap olduğunu gayet iyi biliyor. Mevlana ile Şems-i Tebrizî’nin kendi alemlerindeki ‘aşk ilişkisi’nin Batı tarafından sapkın yorumlara konu edildiğini de…

Hakk’la tanışmayanların bu aşkı anlamaları mümkün değildir elbet. Batılıların bunu anlamamaları gayet normal. Ancak bu toprakların sesi olması gereken yazarın, Batılıların penceresinden aşkı yazması doğrusu çok daha manidardır.

Biz aşkı yazan bir yazarın gözlerinin aşktan kör olmasını beklerdik, ne ki Elif Şafak’ın Nobel saplantısı gözlerini kör etmiş görünmektedir. Her hamlesi buna dönüktür, Baba ve Piç romanında, Ermeni tezlerini dillendirmiş ve bir Türk yazarın vicdanında Türkleri mahkûm etmiştir. Bu çıkışının Batı’da dikkat çekeceğinden emindir yazar, nitekim bu kanaatinde yanılmadığı görülmüştür. Orhan Pamuk da bu yollardan geçmiştir, Elif hanım Orhan Pamuk’un kılavuzluğundan gayet maharetle yararlanmayı bilmektedir.

Aşk romanında yerleşik ve yerli değerlerin içlerinin boşaltılması, değersizleştirilmesi ve Batı anlayışına uygun yeniden modife edilmesi çabaları sürmektedir. Her ne kadar Mevlana demekteyse de, Şems-i Tebrizi’den söz etmekteyse de, İslam’a dair inciler döktürmekteyse de, yazarın bütün bunları Batılı değerlerle yeniden ürettiği bellidir.

Roman kahramanımız Aziz bile, Mevlana’yı en iyi Batılıların anladığı iddiasının tezahürüdür. Çöl gülü tiplemesi, Mevlana ve aşk konulu bir çalışmada ne kadar yerli yerindedir, oturmuştur! Cündioğlu, “Hiristiyan okuyucuların ihtiyacı dikkate alınarak üretilmiş Maria Magdalena taklidi” derken yerinde bir tespitte bulunmaktadır.

Bunları, yazarın roman tekniği içinde kullandığı / kullanmak zorunda hissettiği dolgu malzemeleri olarak saymak mümkün denilebilir, ancak Batılı değerlere uygun ‘üretilmiş İslam’ tezlerini misyon edinmesinin affedilir yanı olabilir mi?

Romanda bilinçli olarak geleneksel İslam’a ve şeriata dair yer alan bütün figürler, kötü ve demode olarak kurgulanmıştır. Çöl gülü hadi tövbekârdır, iyi gösterilmeyi hak etmektedir, peki masadan başını kaldırmayan Sarhoş Süleyman bile sevimli gösterilirken, Cengaver Baybars’ın iki yüzlü, Şeyh Yasin’in Şeriat’tan başka bir şey bilmez bir tutucu olarak gösterilmesi ve yargısız infaza tabi tutulması tesadüf olabilir mi? Şems-i Tebrizî’nin hoşgörü iklimi Çöl gülünü, Sarhoş Süleyman’ı kuşatıyor, fakat yıldızı Şeyh Yasin’le, Baybars’la bir türlü barışmıyor? Öyle bir portre çizilmiş ki, Şems’in yolu camiye uğramıyor hiç, cami cemaati ile ne konuşacağı, ne paylaşacağı bir şey var… Hâşâ zındığın teki… Yazarımız Mevlana’yı bile meyhaneye yolluyor da, Şems’e, Mevlana’yı görmek için bile olsa camiden içeri adım attırmıyor. Şems, şarabı içmekte sakınca görmüyor; Mevlana’nın kırmızı şarabın tadıyla tanışmasına ise ramak kalıyor…

Bütün bunlar, Elif hanımın Batı algısına uygun piyasa malı üretimleri… Şeriat bağnazlıktır. Mevlana her ne kadar önceleri bağnazların başı ise de, Şems’le halvet olduktan sonra, İslam’ın batınî yorumuyla tanışınca, sanki şeriatın kalıplarından, bağnazlıklarından kendini kurtarmıştır. Şems-i Tebrizî’nin ‘Meryem putunu’ hoş görmesi de bu anlayışın uzantısı bir zırvalıktan başka anlama gelmemektedir.

Sanki ‘aşk’la tanışanlara Kur’an-ı ve Kur’an İslamını kendi kafalarına göre yorumlama hakkı bahşedilmektedir. Yok böyle bir şey. Sanki Peygamberleri bile bağlayan İslamın kuralları, batınî dervişler için sınırlayıcı değildir. Onlar ruh esrikliği içinde ne şeriat dinlemektedirler, ne din diyanet! Hal böyle olunca Şems-i Tebrizî’nin Şeyh Yasin’le takışmasından daha doğal ne olabilir!

Elif Şafak’ın romanını iyi niyetli bir deneme kabul etsek bile, İslam algısında bir problem olduğunda şüphe yoktur. Kaldı ki, bu nakıse ve çarpıklık, bilgisizlikten değil, bilinçli tercihten kaynaklanmaktadır. Batı dünyasının anlayışına ve algısına uygun hazlar devşirilmek istenmektedir.

Bu yaklaşım tarzı, Elif Şafak’ın aşk algısını da problemli hale getirmiştir. Buna rağmen Ella’nın Aziz’e görmeden aşık olmasını, Şafak’ın hanesine yazılacak bir artı olarak değerlendirmek mümkün olabilir.

Öyle ya, insanlar, aşkın bin türlü hali olduğuna; hesaba kitaba sığmadığına inanırlar ama yine de görmeden aşka asla ihtimal vermezler. Böyle bir şey muhaldir onlara göre. (Oysa aşkın gözü kör değil midir, nasıl görülebilir ki!)

Bense aşkta imkânsızın imkansız olduğuna inanırım. Onlar görmeden aşka şaştıkça, ben de onların bu hallerine şaşarım.

Sözde Allah’ı severler! Sormak lazım, Allah’ı görmüşler midir hiç! Ya Peygamber aşklarına ne demeli! 
Dünya gözü beğenilerimiz içindir. Göz görür, ama gönül sever… Gönül gözünün görmesi ve sevmesidir esas olan. Aşk, gönül iklimine cemre düşmesi gibidir; ıpılık hisler yayılır önce, toprağın uyanması gibi uyanır bütün duygular. Hazların bütün çeşitlerinden, ıstırapların bütün nüanslarına kadar her bir duygu tomurcuğa durur. Bazen Nisan yağmuru olur, ipil ipil yağar yüreğe. Bazen yanardağ olur, lav püskürtür…

Aşk halden hale sokar insanı. Kâh hamuş (suskun) dersiniz kendinize Mevlana gibi, kâh her bir sözcük inci tanesi gibi şiir olur dökülür dudaklarınızdan.

Aşk ne görülebilir, ne öngörülebilir… Gönle düşer, uzak yakın demeden. Ne aradaki dağları dinler, ne yılları… Kırk yılda bir görülen depremle sarsılırsınız, sıtma nöbetine yakalanmış gibi.

Aklınız itiraz eder mütemadiyen. Ama gönül ferman dinlemez! Sonra akıl da kalmaz başta; Mecnun olur düşersiniz çöllere. Mevlana’nın Şems’le hemhal olduktan sonra, dünya ile bağlantısını kesmesi, çoluğunu çocuğunu, evini barkını unutması, hikaye ya da rivayet değildir. 

Dünya gözüyle görseniz ne olur, görmeseniz ne olur! Ses olur önce, siz elbise gibi bir beden giydirirsiniz. Dudaklarını hayal edersiniz mesela. Sonra gözlerini ve gözlerindeki pırıltıyı… Sesinin tınısı ve gözlerindeki ışıltı güneş olur; bir yandan içinizi ısıtırken, bir yandan da kardan adama çevirir sizi.

Tanrı kendi ruhundan üfürür; bu aşktır. Tanrı’nın aradığı Mecnun yürek sizdeyse, Leyla’yı bulmak da, Mevla’yı bulmak da mesele değildir artık. 

Mecnun Leyla’yı görse ne olur, sanki tanıyacak mı?

Bana öyle gelmektedir ki, Elif Şafak, Mevlana ile Şems-i Tebrizî aşkından, Ella-Aziz aşkı çıkarmakla, sanki sarayın atlas perdelerinden paspas yapmıştır.

Elif Şafak’ın metalaştırdığı aşk, belki yüz binlerce satarak milyon dolarlar etti, ama aşıkların gözünde beş para etmedi.

Son söz yerine: Aşk kağıda yazılmıyor Mihriban!"

Selami Güdener

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.