ETÖ'cüleri mest eden 4 sanatçı!
Erol Manisalı'nın Cumhuriyet'teki yazısı şöyle:
Sanatçının Duruşu...
Müjdat Gezen, Tarık Akan, Levent Kırca ve Fazıl Say; birçok sanat insanımız gibi onlar da “belirli bir duruşu” olan sanatkârlar.
Sanatlarını icra etmenin yanında bir felsefeyi, bir yaşam tarzını savunageldiler. Sanatları aracılığı ile toplumla temas kurarken insanlığı, demokrasiyi, özgürlükleri de beraberinde gözler önüne serdiler.
İnsanlarla iletişimin salt bir güldürmece, ağlatmaca ya da sanatı kanıtlama olmadığını ortaya koydular.
Kabare müzikali Hitler faşizminin günlük yaşama yansımalarını çarpıcı bir biçimde sergiler. Lüküs Hayat, Türkiye’nin belirli bir dönemindeki sosyal dönüşümünü bütün çarpıklığı ile ortaya koyar. Gençlik yıllarımızın Hair müzikali ise Let the Sun Shine In ile yeni dönemde aydınlığın önünü açmaya çalışır, küresel ufkun ve yeni gelen gençliğin felsefesini zorlar.
Bunlar toplumsal sürecin iz bırakan yapıtlarıdır. Sanat insanlarının da toplumsal süreçteki yerlerini alabilmeleri için “duruşlarını sergileyerek halkla paylaşmaları gerekir.” Ya da şöyle demek daha doğru olur; kimi sanat insanları toplumsal süreçteki yerlerini alırlar, kimileri de rüzgâra kapılıp yaprak gibi savrulurlar ve ileride onları anımsayan bile olmaz.
Müjdat Gezen, Tarık Akan, Levent Kırca ve Fazıl Say ilk aklıma gelenler, onlar gibi onlarcası var kuşkusuz. Sanat insanları toplumda belirli bir hümanist, demokratik ve özgürlükçü duruşu sergileyerek toplumu uygarlık yolunda besleyip sürükler, öncü olurlar. Picasso, “Guarnica” ile bu bağlamda bütünleştirilerek değerlendirilir. Sanatçılar belirli bir duruş sergilerken hiçbir çıkar kaygıları yoktur. Hatta aksine, bunun için yüklü bir bedel de öderler.
Toplumların tarihsel süreci içinde yalnız fikir ve bilim insanları değil sanatçılar da çok önemli roller oynadılar ve oynamaktalar.
Hitler Paris’i işgal ettiğinde kentteki sanatçılardan kimileri işgalcilerin yanında yer aldı. Daha uzağa gitmeyelim, çok öncesinde, İstanbul’un işgalinde işgalci askerlerle bütünleşen yazarlarımız, çizerlerimiz, sanatçılarımız olmadı mı? İşgalci askerlerle futbol turnuvası düzenleyenler bile vardı.
En trajik olanı Hitler rejiminde, Almanya’da yaşandı. Hitler’e uyum sağlayan sanatçılar oldu: faşizme karşı çıktıkları için cezalandırılan ya da yurtdışına kaçan sanat ve bilim insanları ise çoğunluktaydılar.
Kaçanlardan biri de 1976-1987 döneminde üç defa kendisiyle beraber olma fırsatını bulduğum Prof. Fritz Neumark’tı. Bilindiği gibi kendisi 1933 yılında Türkiye’ye iltica etmiş ve 1979 yılında da Boğaziçi’ne Sığınanlar kitabını yazmıştı. İktisat fakültesi tarafından 2006’da yayımlanan son baskısının önsözünü yazma bahtiyarlığına ulaşmıştım.
Türkiye’deki sanat insanlarının bir bölümü, “gözlerimi kaparım, vazifemi yaparım” anlayışı içinde kalmışlardır. Bu tutum “bir duruşu, bir anlayışı kuşkusuz içermez”, dışı yaldızlı içi boş bir sandık gibidir.
Azgelişmiş ve demokrasinin yeterince çalışmadığı toplumlarda bu durum yaygın bir biçimde görülür. Her şeyde olduğu gibi bu alanda da ahlaki ve felsefi bir ayrışma ve farklılaşma ortaya çıkar.
Neden yazıma Müjdat Gezen, Tarık Akan, Levent Kırca ve Fazıl Say dürtüsüyle başladım? Onlar toplumda hem çok iyi tanınan hem de duruşlarını ve dünyaya bakışlarını açık bir biçimde ortaya koyan sanat insanlarımızın başında geliyorlar.
Böyle bir övgüyü fazlasıyla hak etmiyorlar mı?
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.