Türkiye'de darbe tarihleri bile planlı seçiliyor
İki darbenin de "12'den vurmak" için 12'li günlere denk getirildiğini savunan yazar, Apo'nun 15 Şubat'ta Türkiye'ye getirilişinin Şeyh Sait İsyanının başlangıcıyla, 29 Haziran'da idam kararı verilmesinin de yine Şeyh Said'in asıldığı günle çakıştırıldığını belirtiyor.
Diken'in, "rejimin kodları"nı anlattığı yazısındaki bu çağrışımlardan yola çıkarak bizim de aklımıza hemen 27 Nisan e-muhtırası geliverdi. Zira 1909 yılının 27 Nisanında Sultan 2. Abdülhamid Han tahttan indirilmişti. 28 Şubat 1978 tarihinde de 12 Eylül'ün haşmetli generali Kenan Evren Genelkurmay Başkanı olmuştu. Keza, Vakit gazetesi için tam 312 adet generalin birleşerek dava açması, 312. maddeyle korkutmak istediklerini akla getirmişti.
Kimbilir "bu kadar da tesadüf olamaz" denilecek daha nice denk getirmeler vardır diyor ve sözü yazarın iddialarını işlediği köşe yazısına bırakıyoruz.
BİTMEYEN DARBE!
"Bitmeyen darbeyi düşünürken 12 Mart'ı, 12 Eylül'ü sonra da bütün diğer kodları anımsadım. Bu ülkede kodlar konuşuyor, konuşturuluyor. Gizlisi saklısı yok, aşikâr. İnsan tekine eziyet etmek isteyen, zulüm yaşatmak isteyenler, sadece işkence odalarında, mahpushanelerde bütün "numaralarını" göstermekle kalmıyor, kodlarını da alenen deşifre ediyorlar. Bir de "Bizleri, böyle anlayın" diyorlar.
Mesela 1971'deki darbenin de, 1980'deki darbenin de 12'li günlerde verilmesi sanıyor musunuz ki tesadüftür! Hiç de değil. Hani "Tam 12'den vurmak" diye bir tabir vardır ya! İşte hedefi 12'den vurmak istenmesinin kod adıdır hem 12 Mart, hem de 12 Eylül darbeleri. Hem mesele, sadece darbeleri yapmak, ayın 12'sinde yapmakla da sınırlı değildir. Daha da ötesi darbelerin "olgunlaşması" ve darbe sonrasında da kafalarda tasarlanan toplumun yeniden istenildiği gibi olgunlaştırılması ve tabii ki bu olgunlaşmanın gerçekleştiği kanaati hâsıl olmayıncaya kadar da vakıa "normal" addedilen aslında sadece görünen yüzü normal olan "düzene" geçilmesi ya da geçilmemesiyle de ilintilidir, kodlar ve darbeler. Bu nedenledir benim "Bitmeyen Darbe" yakıştırmam…
Sonra Abdullah Öcalan'ın 15 Şubat günü Türkiye'ye getirilişi, yine tam 75 yıl evvel bir 15 Şubat günü Şeyh Said İsyanının başlangıç tarihidir. Ve Abdullah Öcalan'a idam cezasının verildiği ve mahkemesinin karara bağlandığı 29 Haziran günü de Şeyh Said Efendinin 75 sene evvel yine bir 29 Haziran günü Diyarbakır'da asıldığı tarihtir. Bunlar elbette rakamsal ve matematik hesaplar, kodlar. Bir de olay örgüsü üzerinden kodlar vardır. Mesela 33 yoksul Kürt Köylüsünü Van'ın Özalp nahiyesinde kurşuna dizdiren ve içerde ölen General Mustafa Muğlalının adının, iade-i itibar yaptırırcasına yine aynı yerdeki bir kışlaya verilmesi. Ya da Ergenekon mevzuunun "görünür sanıkları" askerlerin, Genelkurmay talimatıyla hapishanede ziyaret edilmeleri…
Bunları bir miktar "kripto" okumaları yaparak çok da senaryo yazarlığına soyunmadan uzatmak elbette mümkün. Ama pek de gereği yok. Çünkü darbe devam ediyor. Neden mi devam ediyor! Onu da paylaşayım. Darbeleri yapanlar, insanlara doğrudan ya da dolaylı eziyet yaşatanlar bu ülkede hâla ayrıcalıklı vatandaşlar statüsünde. Hâla "İyi ki bu darbeleri yaptınız" diye sırtları sıvanmakta, ödüllendirilmekte. Acıyı yaşayanlar ise feveran etmedeler. "Bunlar yargılanmalı" diye. Ama yargılanma talepleri dikkate alınmamakta, aksine darbeciler "iktidar seçkini muktedirlerce" el üstünde tutulmakta. Hatta zaman zaman fikir danışılmakta!
Bu yargılama mevzuuna değinmişken ve bu günlerde "mitinglerle", "yargılama" talepleri ile gündemdeyken rahmetli ve saygın dostum Felat Cemiloğlu'nu ve onun içinde kalan ukdeyi dile getirmeden geçmek olmaz. Her 12 Eylül ve Eylülde yaşatılanlar gündeme geldikçe Felat Ağabey derdi ki; "Bir tek şey için erken ölmek istemiyorum. Bize Diyarbakır zindanlarında o vahşeti yaşatanlar dünya gözü ile yargılansınlar. Bunu ölmeden göreyim. Gerisi gam değil". Doğrusu, aslında o acıları yaşamış, Diyarbakır Zindanından çıktıktan sonra kendi sağlam dişlerini söktürüp ağzına yeni dişler taktırmış, rahmetli Felat Cemiloğlu Ağabeyin söylediklerini bir vasiyet gibi algılamak lazım diye düşünüyorum.
12 Mart ve 12 Eylül her duyarlı insana farklı ölçülerde kayıplar yaşattı. Can kayıpları dâhil! Diğer bütün kayıplarımın yanında belki de en masum gözüken kaybımı okurun affına sığınarak paylaşmamda yarar var. Göz nuru döktüğüm kitaplarımı, notlarımı, arşivlerimi kendi ellerimle, şimdi gelip suçüstü yapıp götürecekler korkusu ile, evet kendi ellerimle yaktım.
Uzun, upuzun gecelerce okumuştum romanları, öyküleri, araştırma inceleme kitaplarını. Hepsi yakıldı. İnsan tekine, sonradan eli kalem tutan birine, bir yazara, yazmanın ömür tüketmek olduğunu, yazının ömründen kalemine aktardıklarının bilincinde olan birine yapılmış en büyük hakarettir darbeyle yaşatılan kitap kıyımı. İşte ben bu nedenle darbecilerden davacıyım. Kaybettiğim bütün diğer değerlerimden ayrı, yakılmış kitaplarımdan dolayı davacıyım. Elim yakalarında. Biliyorum bedelini ödeyemezler. Ödeyecekleri hiçbir bedel o yakılmış kitapların tek sayfası etmez. Biliyorum. Ama affetmiyorum onları, elim yakalarında. Bilgi Üniversitesi'nde kurulan o mahkemede de, miting meydanlarında da benim kitaplarımın da hakkı sorula. Bunu böylece talep diyorum Hak ve Adalet isteyenlerden…"
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.