Yakup Kadri, son noktayı çok kötü koydu!
FATİH UĞURLU'NUN YAZI DİZİSİNDEN
Yakup Kadri: Bu çirkin asrın yegâne süsü sizin çarşafınız ve peçenizdir!
“Bu çirkin asrın, bu çirkin muhîtin yegâne süsü, yegâne güzelliği sizin çarşafınız, sizin peçenizdir. Memnun ve müsterih (huzurlu) yaşamak için bu kanaat size kifâyet etmez mi? Hâlbuki benim ruhumu sadece bu kanaat dolduruyor: Peçeniz ve çarşafınız… Bunlardır ki; bana muhabbeti öğretiyor, hayata muhabbeti, aşka muhabbeti, memlekete muhabbeti öğretiyor.”
“Sakın onları çıkarmayınız, sakın onları atmayınız. Bu çirkin asrın, bu çirkin muhîtin ortasında, asâlet (soyluluk) ve zerâfete yegâne dâl (delil ve âlâmet) olarak, bunlar, sade bunlar kaldı.”
Necip Fazıl Kısakürek, Yahya Kemal Beyatlı, Cahit Sıtkı Tarancı, Aşık Veysel gibi şairlerimiz, ölümü anlatan o kadar güzel şiirler yazarlar ki; insanın Karacaahmet mezarlığına gidip, kendi mezarını kazıp, içine yatası gelir!
“Gazinin satranç tahtasında bir piyon olmakla” övünen ve onu hiçbir şarta bağlı olmaksızın kayıtsız ve şartsız sevdiği halde, Tiran’a zoraki büyükelçiliğe gönderilen Yakup Kadri Karaosmanoğlu da, 1915 yılında (1331) “Çarşaf ve Peçeye Dair” başlıklı yazısında öyle bir tasvir yapar ki; çarşaf giymeyen kadınlara aşk olsun!..
O yıllarda yavaş yavaş batılılaşmaya başlayan büyükşehirlerde hayatın tabiî akışı içinde değişiklikler görülmektedir. Avrupa ile teşrik-i mesaide bulunan insanlar, matbuatın da tesiri ile oradan buraya doğru esen rüzgârlarda bazı menfi havayı da ister istemez taşırlar. Tesettürün en olgunlaşmış şekli olan çarşaf ve peçeye karşı bir sızlanma ve karşı duruş hisseden Yakup Kadri de en güçlü ve tek silahı olan kalemini ateşler. 1889’da Kahire’de dünyaya gelen ve çok da dindar olmayan bir aileden gelen Yakup Kadri, adeta şiir gibi bir yazı kaleme alır. Bu yazı o günlerin basın ve kültür dünyasına bomba gibi düşer. Yazar, çarşaftan müşteki olan kadınlara “Niçin onlardan müşteki gibisiniz? O mazrufa bu zarftan daha muvafık ne olabilir? Sizi böyle gördükçe bir kadının başka türlü nasıl giyinebileceğini düşünüyorum ve çarşafsız, peçesiz bir kadın tahayyül edemiyorum” diyerek onlara nefis bir nesir ziyafeti çeker.
ÇARŞAFA VE PEÇEYE DAİR...
“Bu çirkin asrın ve bu çirkin muhitin (ortamın) yegâne süsü, yegâne güzelliği sizin çarşafınız, sizin peçenizdir. Yalnız bunlardır ki; gözlere hâlâ bakmak tahammülünü, bakmak arzusunu veriyor. Niçin onlardan müştekî (şikâyetçi) gibisiniz? O mazrûfa (zarfın içindekine), bu zarftan daha muvâfık (uygun) ne olabilir? Sizi böyle gördükçe bir kadının başka türlü nasıl giyinebileceğini düşünüyorum ve çarşafsız, peçesiz bir kadın tahayyül edemiyorum. Siz bizim aşkımızın, hürmetimizin, siz bizim kıskançlığımızın mutî (uysal) mahbûseleri değil misiniz? Vücudunuzun şeklini alan bu dil-firîb (cazibeli, alımlı) mahbesi, sizin etrafınıza, sizin yüzünüz üstüne biz ördük; bizim ihtimâmımız, bizim muhabbetimiz ördü. Sizi güneşten, havadan, sizi kem nazardan sakındık da böyle yaptık. Yazık değil mi ki; o saçlara güneş vursun, o yüzü havalar, tozlar hırpalasın! Yazık değil mi ki; -ma’azallah- o gözlerin harîmine kolayca lâubâli bir yabancı gözün kıvılcımı sıçrasın? Düşündük ki; belki bilmeyerek, belki farkına varmayarak birine gülüverirsiniz. Nazarlarınız belki, bilâ-ihtiyar (elde olmayarak), birinin üstünde fazlaca tevakkuf ediverir (duruverir). Onun için yüzünüzü örttük. Zira tebessümlerinizin, bakışlarınızın kıymetini biz anlıyor, biz biliyorduk. Gönlümüz onların öyle lüzumsuz yere heder olmasına acıdı da, bir ipek mahfaza içinde muhafazalarına lüzum gördü. Çünkü siz hilkaten (yaratılıştan) müsrifsiniz (elindeki kıymeti boşa harcayan), hazinelerinizin bahasını bilemezsiniz.
KADINLAR AÇILDI EVLER YIKILDI!
İnsanlar, kadınlara tehakküm (hüküm) ettikleri gündür ki; tabîate gâlip geldiler. Cemiyetlerin (toplumların) ve medeniyetlerin esasını bir erkeğin kıskançlığı kurdu. Memleketlerden, vatanlardan evvel, ilk müdafaa edilen kadındı. Bana inanınız bütün bu evler, bu mâbedler ile bu şehirler sizin için yapıldı ve sizin açıldığınız, sizin kıskançlık mahbesini yıktığınız yerlerde derhal evler yıkıldı, mâbedler harap oldu, şehirler çöktü. Çünkü, sizin mahbesleriniz, o yerlerin surları idi, kaleleriydi.
Niçin başka cinsten (toplumlardan) kadınlara bakıp da başınızda garip mütâlealara (görüşlere) meydan açıyorsunuz? Onlardan size ne? Siz başlı başınıza bir âlemsiniz. Ben o âleme girdiğim dakikadan itibaren hariçte bir başka mevcudiyet var mı, yok mu, unuttum bile. Siz niçin kendinizde herkesi unutmuyorsunuz?
Söze başlarken size demiştim ki; bu çirkin asrın, bu çirkin muhitin yegâne süsü, yegâne güzelliği sizin çarşafınız, sizin peçenizdir. Memnun ve müsterih (huzurlu) yaşamak için bu kanaat size kifâyet etmez mi? Hâlbuki benim ruhumu sadece bu kanaat dolduruyor: Peçeniz ve çarşafınız… Bunlardır ki; bana muhabbeti öğretiyor; hayata muhabbeti, aşka muhabbeti, memlekete muhabbeti öğretiyor, bâhusus (özellikle) memlekete muhabbeti… Zira sizin bu örtüleriniz, bu süsleriniz değil midir ki; minarelerden ve o al râyetten (kırmızı bayraktan) sonra bu serseri ruha bir râz-âşinâ melce (dost sığınak) ve bir emin mersâ (güvenli liman) saadeti veriyor. Peçenizin kudsiyetini şuradan anlayınız ki; bir yabancı elin ona uzanması ihtimâli bile, gayz nedir, hırs nedir, intikam nedir, kin nedir hiç bilmeyen bu tembel ve yorgun ruhda, beldeler yıkacak, burcü bârûlar (kaleler ve kuleler) devirtecek bir ateş alevliyor.
“SAKIN ÇARŞAFI VE PEÇEYİ ÇIKARMAYIN”
Gördünüz mü? Peçenizden bahsederken, haşin adımlarla, yüksek surlar etrafında dolaşan bir eski kahraman gibi söz söylemeye başladım. Belki bunların hiçbirini yapmayacağım; fakat emin olunuz ki, şu dakikada çok samimiyim. Size, sizin örtülerinize ve süslerinize doğru teveccüh edince (yönelince), kendimi her şeye kadir (gücü yeter) farzediyorum. Tarih, menâkıb-ı beşeriyeyi (insanlık destanlarını) dolduran en büyük kahramanlıklar, bana birer çocuk oyunu gibi geliyor.
Sakın onları çıkarmayınız, sakın onları atmayınız. Bu çirkin asrın, bu çirkin muhitin ortasında, asâlet (soyluluk) ve zerâfete yegâne dâl (delil ve alâmet) olarak, bunlar, sade bunlar kaldı. İnsanlar senelerden beri, insanlığı terzîl (rezil etmek) için ve cemiyetlere manzaraların en fenasını vermek için sevimsiz bir cinnetle her şeyi devirdiler. Bu gürûha (şuursuz kalabalık) peyrev olmak (peşinden gitmek) size yakışır mı? Ben sizi zamanların ve insanların fevkinde (üstünde), onların haricinde (dışında) biliyorum. Siz mestûr (örtülü, gizli, hayâlı, namuslu) ruhlardan değil misiniz? Dünya yüzünde tek başına kalan ulvî bir dinin İlâhı, sizi bu sıfatla sâir mahlûkat arasında mümtaz (seçkin) kılmamış mıydı? Siz O’nun halkettiği (yarattığı) cennet-âsâ (cennet gibi) âlemin meleklerisiniz. O, “Kitab”ında (Kur’an-ı Kerim’de) sizin isminizi zikretti. O vakitten beri siz, mukaddesat meyânına (arasına) girdiniz. Artık ne hâle (bugüne), ne mâzîye (geçmişe), ne de âtîye (geleceğe) mensupsunuz… Yalnız unutmayınız ki; sizi bu mertebeye (yüksek dereceye), bizim aşkımız, bizim hürmetimiz, bizim kıskançlığımız is’âd etti (yükseltti). (Kânunuevvel 1331)
KADRİ SON NOKTAYI ÇOK KÖTÜ KOYDU
Ne acıdır ki; böyle bir yazıyı kaleme alabilen bir Yakup Kadri, uzun bir diplomatlık görevinin hitamında 27 Mayıs 1960’ta Kurucu Meclis Üyesi olacak, 1961’de CHP Manisa Milletvekilliğinin ardından 1965’te siyasi hayattan çekilecek ve 13 Aralık 1974 yılında sonsuz yolculuğuna çıkarken, son noktayı çok kötü koyacaktır... Öldüğü zaman cenaze namazının kılınmamasını isteyen Yakup Kadri’nin vasiyeti açıldığı zaman samimi olduğu anlaşılacaktır. “Ölümümde ne resmî, ne dinî merasim isterim. Hastaneye kaldırılacak cesedimin doğrudan doğruya mezarlığa nakli” vasiyetine uyularak, cenaze namazı kılınmadan defnedilecektir Yakup Kadri.
VAKİT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.