İşte Özal'a sunulan 'açılım' raporu!
Güneydoğu meselesinin birinci sebebi; Türkiye Cumhuriyeti’ni kuranların, vatandaşları birbirine bağlayan bağlarda değişiklik yapmak isteyişleridir.
Bunlar, asırlarca bu insanları birbirine bağlayan bağları bir tarafa bırakmışlar ve meseleyi cebr ve kanun ile ve sadece “Ne Mutlu Türküm diyene” kalıbıyla çözmeye kalkışmışlardır. Halbuki bunun çözüm olmadığı ve anarşinin de en önemli sebepleri arasında bulunduğu hadiselerin dilinden anlaşılmıştır.
Münderecatın fazla olması sebebiyle Güneydoğu Meselesinin Sebepleri ve Çözüm Yolları yazısının bir bölümünü yayınlıyoruz. Öncelikle Güneydoğu meselesinin sebeplerinin neler olduğuna yer vereceğiz.
Birinci Sebep: Güneydoğu’da Mukaddes İslâmiyet milliyeti yerine, kavmiyet şuurunun yerleştirilmek istenmesi.
Güneydoğu meselesinin birinci sebebi, Türkiye Cumhuriyeti’ni kuranların vatandaşları birbirine bağlayan bağlarda değişiklik yapmak isteyişleridir. Bunlar, asırlarca bu insanları birbirine bağlayan bağları bir tarafa bırakmışlar ve meseleyi cebr ve kanun ile ve sadece “Ne Mutlu Türküm diyene” kalıbıyla çözmeye kalkışmışlardır. Halbuki bunun çözüm olmadığı ve anarşinin de en önemli sebepleri arasında bulunduğu, hadiselerin dilinden anlaşılmıştır.
Bu asır ırkçılık asrı değildir. Ebedi ve devamlı olan İslâmiyet milliyeti(1) yerine, geçici, dağdağalı ve hissi olan ırkçılık ikame edilemez. İkame edildiği takdirde hem İslâm milletini ifrad eder, hem de sırf ırkçılık mânâsındaki milliyet duygularına da zarar verir. Böyle bir yaklaşımın Türk milletinde büyük inşikaklara ve anarşiye yol açacağı, Cumhuriyet’in kuruluş safhalarında ve ilerleyen senelerde din alimleri tarafından açıkça haykırılmıştır. (2) Ancak o zamanın devlet adamları, dinden ve din adamlarından gelen seslere, ülkenin birlik ve bütünlüğü için de olsa kulak tıkamışlardır. Bediüzzaman 1945 yılılında Adliye Vekili’ne yazdığı bir Hasbihal'de, böyle bir durumda “Benimle uğraşmayın; elli sene sonra yüzde doksanı nefsinin heves ve arzularına tabi olup, millet ve vatanı anarşiye sürüklemesi muhtemel nesillerle meşgulüm” demişti. Gerçekten elli sene sonrası, 1993-1994 yıllarıdır ve bugün dininden uzaklaşmış Güneydoğu gençliği, hiçbir sınır tanımadan, vatanı ve milleti anarşiye sürüklemektedir.(3)
Burada ırkçılık illetine tutulmuş insanlara da söyleyecek sözümüz vardır: Şu dünya yüzü, özellikle de şu memleketimiz, eski zamanlardan beri çok değişikliklere maruz kaldığından ve asırlarca İslâm merkezi olması hasebiyle değişik İslâm milletlerinden çok miktarda göç olduğundan, ancak levh-i mahfuz açılırsa, hakiki ırklar birbirinden ayrılabilir. Öyle ise hamiyet duygusunu ırkçılık fikrine bina etmek doğru olmaz. O halde gerçek ırkçılığa değil, belki dil, din ve vatan münasebetlerine bakılacaktır. Eğer üçü bir ise, zaten kuvvetli bir millet; eğer biri noksan olursa, tekrar milliyet dairesine dahil kabul edilmelidir.(4)
İNANANLAR KARDEŞTİR
Burada büyük mütefekkir Cemil Meriç'in şu sözlerini de kaydetmek ve üzerinde düşünmek icab eder:
“Bu ülkenin ırklarını, tek ırk, tek kalıp, tek insan haline getiren İslâmiyet olmuş. Biyolojik bir vahdet değil bu. Ne kanla ilgisi var, ne kafatasıyla. Vahdetlerin en büyüğü, en mukaddesi; ister siyah derili, isterse sarı... İnananlar kardeştir. Aynı şeyleri sevmek, aynı şeyler için yaşamak ve ölmek, Türk'ü, Arab'ı, Kürt'ü, Arnavut'u düğüne koşar gibi gazaya koşturan bir inanç; gazaya yani irşadi. 3 bin yıl beraber ağlayıp, beraber gülmek. Sonra bu muhteşem rüyayı korkunç bir kabusa kalbeden meş'um bir salgın; maddecilik. Tarihin dışına çıkan Anadolu, tarihin ve hayatın. Heyhat, bu çöküşte kıyametlerin ihtişamı da yok şiirsiz ve şikâyetsiz.”(5)
Önemle şunu belirtmek istiyoruz ki; hakiki bir Müslüman, samimi bir Mü'min, hiçbir zaman anarşiye ve bozgunculuğa taraftar olmaz. Dinin şiddetle yasakladığı şey fitne ve anarşidir. Çünkü anarşi hiçbir hak tanımaz. İnsanlık seciyelerini ve medeniyet eserlerini canavar hayvanlar seciyesine çevirir.(6)
Komünizm, sosyalizm, lâiklik veya sosyal demokrasi adı altında bir asra yakındır bu mübarek vatanın özellikle Doğu ve Güneydoğu Bölgelerinde anarşi tohumları ekilmiştir. Çünkü bu isimler altında dinden soğutulan veya dinden tamamen uzaklaştırılan nesil, İslâmiyet’ten çıkınca da anarşist olmuştur. Böylece sosyal hayatı zehirleyen bir katil durumuna gelmiştir.(7)
“Yeni nesil, dinî eğitimden mahrum edilmemeli”
İkinci Sebep: Dinî tedrisâtın eğitimden çıkarılması
Dış düşmanlarımız, Osmanlı Devleti'ni, Osmanlı topraklarında açtıkları muhtelif okullarla yıkmaya başlamışlardır. Bu durumu ve neticelerini Mısır Müftüsü Muhammed Abdüh şöyle anlatmaktadır:
“Nerede Müslüman bir bölge varsa, orada bir Amerikan okulunun veya bir başka Avrupa dinî cemaatinin okulunun bulunduğunu görüyoruz. Müslümanlar, çocuklarını, dünyevi refah açısından yararlı olur ümidiyle buralara gönderiyorlar. Gençlik çağının heyecanlı dönemlerinde yabancı okullara giden Müslüman çocukları, bu okullarda tahsil hayatı boyunca İslâm’a ve temel esaslarına aykırı şeyler duyuyor veya yaşıyorlar. Kulakları, babalarının inançlarına hakaret eden laflarla doluyor. Öğrenim çağı tamamlanmadan, kalpleri her çeşit İslâmî inançtan sıyrılıyor ve İslâm adı altında yeni bir nesil ortaya çıkıyor. Bununla da kalmayıp kendilerini kirleten şeyleri, söz vefiilleriyle cemiyet içinde de yaymaya başlıyorlar.”(1)
Bunları duyunca, Robert Koleji'ni kuran Amerikalı papazın, “Fatih İstanbul’u, burada inşaa ettiği Rumeli Hisarı ile fethe başladı. Ben de bu okul ile İstanbul’u yeniden Hıristiyan alemine kazandıracağım” sözünü hatırlıyorum.
Türk ve Müslüman düşmanı olan Fener Patriği Gregorius tarafından Rus Çarı'na gönderilen mektupta, Türklerin ancak eğitim sistemine müdahale ile ve içlerinden kendi tarihlerine düşman bir nesil yetiştirmekle mağlup edilebileceğini ifade ettiğini de hepimiz biliyoruz. O hain diyor:
“Türkleri maddeten ezmek ve yıkmak mümkün değildir. Türklerde evvela itaat duygusunu kırmak, dinî hislerini gevşetmek icab eder. Maneviyatları sarsıldığı gün, onları zaferlere götüren kuvvetleri de kesilmiş olacaktır. Yapılacak olan, Türklere bir şey hissettirmeden bünyelerinde bu tahribi tamamlamaktır.”(2)
Bu tahribin dinden tecerrüd eden Cumhuriyet dönemi eğitim sistemi ile nasıl yapıldığı ise Cumhuriyet’in mimarı kabul edilen Mustafa Kemal tarafından aynen şöyle anlatılmaktadır. Hiç yorum yapmadan aynen naklediyoruz:
Ruşen Eşref Ünaydın anlatıyor:
“(Mustafa Kemal diyor): 1910'larda Abdullah Cevdet maskarasının içtihadında bir yazı okumuştum. Milletlerin maddi ve manevi varlıklarından söz ediyordu. Alman mütefekkiri Ludwig Büchner, manevi boşlukları doldurulmamış, beslenmemiş milletlerin, hangi maddi düzeyde olursa olsun, bir gün çökeceğini anlatıyor ve ispatlıyordu. Tarihten, zaferlerden, büyük adamlardan mahrum milletler, maddi imkânları geniş olsa da, ciddi bir sallantıya dayanamazlar, çöküp giderler diyordu. Birdenbire düşündüm; ‘Laikiz..’ dedik, dinle alakamızı devlet olarak kestik. ‘Cumhuriyetiz..’ dedik, rejimimizi tehlikeye düşürmemek için saltanat devrini kötüledik, kazanılmış büyük zaferleri bile birkaç satırla geçiştirmeye kalkıştık. Latin harflerini aldık, yeni nesilleri binlerce yıllık tarih hazinesinden mahrum bıraktık.”(3)
İşte 60 yıldır bu eğitim sisteminin meyvelerini topluyoruz. Son 20 yıl bir tarafa bırakılırsa, Avrupa'nın dansını, içkisini ve balesini taklid edenlerden veya devletimizi yıkmak için ASALA yahut PKK ile işbirliği yapanlardan başkası var mı? Japonya son 40 yılda dünyanın süper ekonomik gücü haline geldi. Almanya II. Dünya Harbi'nin tahribine rağmen bu hale ulaştı. Halbuki onlardan daha evvel eğitim sistemimiz dinden ve maneviyattan koparılmıştı. Bırakınız onların seviyesine gelmeyi, 1950 yılına kadar sadece üç çaya su bendi yapılmış; baraj değil. Sadece bir kısmı sokaklarda yürüyen ve kanunları hiçe sayan anarşist bir nesil yetiştirmişiz.
Önemle ifade edelim ki; 50 sene dinden uzak bir eğitim gören yeni neslin ilk acı meyveleri, 1971'de görülmüştür. Daha sonraki acı olayları ise milletçe hatırlamaktayız. Din derslerinden tecerrüd etmiş eğitimin Doğu bölgesindeki acı meyveleri ise, PKK tarafında bugün yenmek üzere önümüze gelmiş bulunmaktadır. Eğer bu acı meyveleri yemeye devam etmek istemiyorsak, vatan ve milletin gelecekteki selâmet ve istirahatini arzuluyorsak, hiç olmazsa yeni nesli dinî eğitimden mahrum etmemeliyiz.
Bugünkü eğitim sistemimizde gençlere verilen belli bir gaye ve ideal, maalesef mevcut değildir. Önemle ifade edelim ki; bir veya birkaç insanı sevmek yahut sevmemek, bir milletin eğitim sisteminin gayesini teşkil edemez. Zira bir milletin milli ve manevi kahramanları, okullarda öğretilse de, öğretilmese de, zaten sevilir. Yunan eğitiminin bir gayesi var; İngiliz eğitiminin bir gayesi var. Bize din ve tarih düşmanlığı öğreten Avrupa, dinine mutaassıptır. Hatta bir Bulgara, bir İngiliz neferine yahut bir Fransıza: “Sarık sar. Sarmazsan hapse atılacaksın” denilse, taassupları gereğince diyecektir: “Hapse değil, öldürseniz bile, dinime ve milliyetime bu hakareti yapmayacağım.” Tarihinden koparılmış, dininden tecrid edilmiş ve sadece birkaç insanın sevgisi yahut nefreti ile techiz edilmiş Türk gençliğinin, eğitimden beklediği gaye nedir? Dinsiz millet yaşamayacağına ve lâik eğitim adıyla onu İslâmiyet’ten de uzaklaştırdığınıza göre, hangi gaye ile techiz edeceksiniz? Önemle ifade edelim ki; bizdeki hususan Cumhuriyet’in ilk yıllarında lâik eğitimden kasdedilen, dinden uzak bir eğitim değildir; belki sadece İslâm dininden uzak bir eğitimdir.
Eğitimden gaye; bilgili, milletine faydalı ve devletine saygılı insanlar yetiştirmektir. Milletini düşünen bir devlet, bu gayeyi en iyi şekilde temin eden yolu arayıp bulacaktır. Tespitlere göre, mesela İmam-Hatip okulları daha başarılı öğrenci yetiştiriyorsa ve mesela Kur'an kurslarında okuyan talebeler bu zamana kadar devletine kurşun sıkmamışsa, gayeye daha iyi hizmet ettiği için sayılar artırılıp imkânları çoğaltılacaktır. Makul ve mantıkî netice budur. Halbuki Türkiye'deki mevcut eğitim sisteminde durum tam tersinedir. 160 milyona küçük bir ilkokul yaptıran vatandaşımız, her türlü tebriğe lâyık görülüyor ve TV'de boy gösteriyorken, 1.5 - 2 milyara Gaziantep'te İmam-Hatip yaptıran bir vatandaş neredeyse azarlanıyorsa, bu işte bir çarpıklık var demektir. Başarısız olsa da, bazı şahısları sevip sevmemek, eğitimin temel noktasıdır. Bir zamanlar 10 yıl İstanbul Valiliği'nde bulunmuş bir zat, sicili ve görevinde çok başarılı olan bir kaymakama, “İçki içmeyen kaymakamları aramızda görmek istemiyoruz..” diyebilmektedir. Bu zihniyetle bizim çağı yakalamamız mümkün değildir. Rusya'da ve hatta Bulgaristan'da bile modası geçen fikirler, günümüz Türkiye’sinde hâlâ geçerli akçe ise, Türk eğitim sisteminin çekeceği var demektir. Bu eğitim sistemi ile Güneydoğu'daki okullarda vatanına ve devletine bağlı gençler yetiştiremezsiniz. Ülke çapındaki ve özellikle de Doğu'daki İmam-Hatiplerin sayısını çoğaltma yollarını araması gereken Milli Eğitim Bakanlığımız, yeni İmam-Hatip açmak şurada dursun, İmam-Hatiplerin şube açmasını bile yasaklamaktadır. Bu zihniyetle bir yere varılamayacağını belirtmek istiyoruz.
“DİNSİZ MİLLET YAŞAYAMAZ”
Türk eğitim sistemindeki yalan öğretime de mutlaka son verilmelidir. Hukuk talebelerine hukuk fakültesinde Osmanlı Devleti’nde insan hak ve hürriyetleri Tanzimat Fermanı ile gündeme geldi diye yetmiş yıldır öğretilegeldi. Osmanlı’da her şey padişahın ağzında denirdi. Arşiv belgelerine dayanan ilmî araştırmalar yapıldıkça görülüyor ki; İslâmiyet’te insan hak ve hürriyetleri Kur’an ve hadisçe garanti altına alınmış; dünyanın ilk tapu, gümrük, çevre hukuku gibi hukuki düzenlemelerini ilk defa Osmanlılar yapmıştır. Cumhuriyet nesli, ortaöğretimde “Osmanlı Devleti'nde okullar yoktu” diye öğrendi. Sonra arşivlerde yapılan araştırmalar gösterdi ki; mesela İzmir’de Osmanlı dönemindeki okul sayısı şimdikinden daha fazlaymış veya en azından eşitmiş. Cumhuriyet nesli, “Mustafa Kemal’in kendi gayretiyle ve Vahideddin'e rağmen Anadolu'ya çıktığını” öğrendi; sonra İngiliz arşivleri ve Osmanlı arşivleri gösterdi ki; 40 bin Osmanlı altınını cebine koyup onu Anadolu'ya gönderen Sultan Vahideddin imiş. Hülâsa bu metot, Türk eğitim sisteminin en büyük yüzkarasıdır.
Bu konudaki son sözümüz şudur: Mazisini bilmeyen, geleceğini düşünemez. Dinsiz millet yaşayamaz. Dinden tecrid edilen bir maarifden maddi ve manevi hayır beklenemez. Din ve tarih şuuru verilemeyen bir eğitim sisteminden, vatanına ve milletine faydalı münevverler değil, zulmetli münevverler yetişebilir. Her müessesemiz gibi, eğitim sistemimiz de belli bir gayeye tevcih edilmeli ve yalan öğretime son verilmelidir. Eğitim sistemimiz, kendi yürüyüşünü terk etmiş; başkasının yürüyüşünü de öğrenememiştir.
Maalesef iç ve dış düşmanlarımız, bu maarifden çıkan gençleri gayelerine uygun birer maşa olarak bulmuşlar ve neticede bu gençliği vatanına yöneltilmiş birer kurşun haline getirmişlerdir.
***
1) BOA, YEE, Akgündüz, Belgeler Gerçekleri Konuşuyor. 1/144-145.
2) Kutay, Cemal, Tarih Konuşuyor Dergisi, c. 1, sy. 1, sh. 69-70.
3) Milliyet, 16 Kasım 1974, İsmet Bozdağ.
• YARIN: DIŞ GÜÇLERİN TAHRİKİ
Bu noktaya dikkat edilmelidir. ¥ Devamı 14’de
1) İslâmiyet Milliyeti ifadesi şu şekilde formüle edilebilir: Milliyetimiz bir vücuddur; aklı İslâmiyet, ruhu Kur'an ve imandır. Osmanlı ruhu asırlarca bu mânâyı yaşatmıştır.
2) Bediüzzaman, Mektubat, 439-440
3) Bediüzzaman, Emirdağ Lahikası, 1, 58-59
4) Bediüzzzaman, Mektubat, 326 vd.
5) Cemil Meriç, Jurnal
6) Bediüzzaman, Tarihçe, 653
7) Bediüzzaman, Emirdağ Lahikası, II, 159
PROF. DR. AHMET AKGÜNDÜZ-VAKİT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.