Vakit’ten tartışmalara son verecek 2 haber
Vakit’in bugünkü “sürmanşet” ve “manşet”inden verilen iki haber; hem son günlerin, hem de son yılların “tartışma gündemi”ne ışık tutacak bilgi ve belgelerle dolu... Sürmanşetten verdiğimiz haber “Danıştay cinayeti”ne, manşetten verdiğimiz haber ise “Ermenilerden özür” kampanyasına ışık tutacak nitelikte... Bu haberlere geçmeden önce, “Danıştay cinayeti” konusundaki “son gelişme”yi hatırlatalım... Hemen hepinizin bildiği gibi, 16 Aralık 2008 günü, Yargıtay 9. Ceza Dairesi; hem ilginç ve hem de çok önemli bir karar verdi... Vakit’in 17 Aralık 2008 tarihli sürmanşetinden de aktarıldığı gibi, Yargıtay 9. Ceza Dairesi; “Danıştay cinayeti ile Ergenekon dâvâsının birleştirilmesine” karar verdi... Bu dairenin, böyle bir karar vermesi, şunun için önemli: Yargıtay 9. Ceza Dairesi’nin üyeleri, genellikle “Statükocu devlet yapısı”nı savunan, yani “Atatürkçü ve laik” isimlerden oluşur... İşte bu üyeler; Danıştay cinayetinin tetikçisi Alparslan Arslan’ın, bu cinayeti “Anayasal düzeni tebdil ve tağyir” etme maksadıyla değil, “darbecilerin oluşturduğu sisli ve puslu hava”yı yaygınlaştırmak ve bir anlamda “darbelere zemin hazırlamak” için işlediğine kanaat getirmişlerdir ki; verdikleri hüküm, “tezgâhı bozmak” gibi bir özellik taşımaktadır!.. Bu karar, “senaryoların çöpe atılması” demektir!..
BİZİM HİÇ KUŞKUMUZ YOKTU!
Gayet iyi biliyorsunuz... 17 Aralık 2006 tarihinin sabah saatlerinde bir cinayet işlenmiş, “cinayetten 15 dakika sonrası”nda, hemen hemen bütün televizyon ekranlarında “Vakit’in kupürü” gösterilmiş ve “Vakit’in hedef gösterdiği” ileri sürülmüştü... Ertesi günkü gazeteler de; “Hedef manşetten, kurşun avukattan” gibi alçakça ve şerefsizce ifadeler kullanarak “Vakit’i linç etmeye” çalışmışlardı!..
Gerçi, biz o günlerde de söyledik... “Tükürdüklerinizi yalayacaksınız” dedik... Niye dedik; çünkü biz “çiğ” yememiştik ki, karnımız ağrısın... Bizim bir “yara”mız yoktu ki, gocunalım!..
Sadece bunları söylemekle kalmadık... Cinayetin “derin bir iş” olduğunu ifade edip, “cinayetin gerisinde bırakılan izleri” sıraladık!..
Açık ve net olarak deklâre ettik;
“Bu cinayetin içinde herkes olabilir!.. Ama Vakit, asla!”
Aradan aylar, yıllar geçti ve bugünlere geldik... Yargıtay 9. Ceza Dairesi’nin geçtiğimiz Salı günü verdiği karar; hem “darbecilerin hesapları”nı, hem de “Alparslan Arslan’ın ezberi”ni bozmuştur!.. Yargıtay 9. Ceza Dairesi’nin kararı, “tetikçiye ezberletilen ifadelere” inanılmadığını da göstermiştir!..
Ne diyordu Alparslan Arslan;
“Aslında türban yasağı lehine oy veren hakimleri hedef aldım... Önce Başkan’a, sonra kararda imzası olduğunu düşündüğüm iki kişiye ateş ettim!.. Karara muhalif kalan üyeye de kurşun değdi ise, ondan özür diliyorum!”
Yargıtay 9. Ceza Dairesi’nin kararı; işte bu “ezberletilmiş ifade”ye inanılmadığının işin içinde “derin güçlerin provokasyonu” bulunduğunun elle tutulur, gözle görülür kanıtıdır!..
Yazarımız Ali İhsan Karahasanoğlu’nun ifadesiyle, Yargıtay, “damga”yı basmış ve demiştir ki;
“Bu, derin güçlerin provokasyonudur!..
Görülmüştür!”
ALPARSLAN ARSLAN’IN MEKTUBU
Ne ilginç değil mi; bugün, “sürmanşet”ten yayınladığımız mektup da, “görülmüştür” damgalı...
Mektup, Danıştay cinayetinin tetikçisi Av. Alparslan Arslan tarafından kaleme alınmış... “Hocam” diye hitap ettiği 84 yaşındaki Salih Kunter’e gönderilmiş!.. Hem de Danıştay cinayetinden, sadece “127 gün” sonra!..
Sincan F Tipi Cezaevi’nden 21 Eylül 2006’da gönderilen ve üzerinde “görülmüştür” damgası bulunan mektup; hem “kriminolojik” ve hem de “psikolojik” olarak gerçekten “tahlil” edilmesi gereken bir mektup!..
Bu mektup, Alparslan Arslan’ın “ruh yapısı”nı ortaya koyduğu kadar, yaşadığı “gel-git”leri ve “içine düşürüldüğü tuzağı” da gösteriyor!..
Meselâ, diyor ki;
“Cehalet kuyusunun dibindeymişim meğerse. Pislik çok hocam. Kendimi bazen bırakıyorum hocam. Bazen sinir krizlerine giriyorum. Riya dersen hâlâ var. Bütün pislikler mevcut gibi. Ama Rabbim inşallah arınmayı nasip eder. Şok hâlâ sürüyor. Normalleşemedim.”
Bu satırlar üzerinde, buyurun bir “tahlil” yapalım.
Kime hitaben diyor bunları,
“Hocası Salih Kunter’e!”
Oysa, aynı Alparslan Arslan, “daha sonra mahkemelerde” verdiği ifadelerde, “kendisinin hocasının vaazlarından etkilendiğini” iddia etmişti!..
Bu da gösteriyor ki, Alparslan Arslan, bir “bunalım” yaşamakta, “Gel-Git” anaforunda bocalamaktadır!..
“Tutuklandığı” gün, yani 21 Mayıs 2006’da verdiği ifadede şöyle diyordu:
“Cumhuriyet gazetesine bomba atılması olayı, gazetede yer alan domuzu başörtülü şekilde çizmesine karşı reflekstir. Bana göre bu, Müslüman Türk Milleti’nin kendi kutsalına karşı bir refleks eylemidir. (...) Amacım kutsallara hakarete karşı bir uyarı niteliğiydi. (...) Danıştay saldırısına da kendim karar verdim. Türbanla ilgili Danıştay 2. Dairesi’nin kararına kızmıştım.”
Düşünebiliyor musunuz;
“Olaydan 5 gün sonra” bunları söyleyen bir adam, “Hocası”na “127 gün sonra” yazdığı mektupta; “riya”dan, “pislik”lerden ve “arınma”dan söz ediyor!..
Söyler misiniz;
“Türban aleyhinde karar” verildiği için, bir anlamda “cihad”(!) ilân eden bir adamın, bu cinayetten sonra “mutlu ve huzurlu” olması gerekmez mi?.. Öyle ya; “milletin kutsalına yönelik saldırı”ya karşı bir “refleks” göstermiş ve işi bitirmiştir!..
Ama Alparslan Arslan, hâlâ “huzurlu” değil, hâlâ “mutlu” değil ve hâlâ “çukurda” çırpınıyor!..
Demek oluyor ki;
Bu cinayeti “kutsal refleks”le değil, birilerinin “yönlendirmesi” ile işlemiştir!..
Zaten, Yargıtay 9. Ceza Dairesi’nin kararı da, böyle bir “yönlendirme”nin varlığına işaret etmektedir!..
Kaldı ki;
Alparslan Arslan’ın mektubu da; “gerçek”ler ile “yalan”lar arasında bocaladığını göstermektedir!.. Hocasına “gerçek”leri anlatıyor ama mahkemede “yalan”lar savuruyor!..
Sizin anlayacağınız;
“Mektupta doğru söylüyor ama mahkemede şaşıyor!”
Kimbilir, belki de “can korkusu”ndandır!!!..
PROF. DR. DEMİR’DEN İLGİNÇ BİR TESBİT
Kendilerine ulaşan “mektup”tan hareketle, bugünkü sürmanşetimizde yer alan haberi hazırlayan muhabirlerimiz Kenan Kıran ve Kemal Gümüş’ü kutlarken, “ilginç bir tesbit”in yansımasına yol açan manşet haberimizden dolayı da Ankara Temsilcimiz Serdar Arseven’i tebrik ediyoruz.
Haberin ayrıntısını okuduğunuzda da göreceğiniz gibi; Prof. Dr. Ramazan Demir, piyasaya önümüzdeki günlerde çıkacak “Ermeni İsyanı ve Harput Ermenileri” adlı kitabında hem “Ermeni Diasporası”nın iğrenç yüzünü, hem de “Ermenilerden Özür Diliyorum” diyen “imzacı”ların “çelişki”sini, gayet çarpıcı bir soruyla ortaya koyuyor...
Prof. Dr. Ramazan Demir diyor ki;
“Osmanlı Devleti; aylar boyunca cephe gerisinde orduyu vuran ve ikmal yollarını kesen Ermeni çetelerinin İstanbul’daki elebaşılarının tutuklanması için karar alıp, 24 Nisan 1915’te İstanbul’da 234 Ermeni komiteciyi tutuklattı.
İşte, Ermeni diasporasının uluslararası düzeyde ‘anmasını’ yaptığı yıldönüm tarihi bu tarihtir.
Yani Ermeni göçü veya ölümü ile ilgili değil.
Bunların amacı kin, kan ve nefretle beslenen komitacılığı yaşatmaktır. Ermeni halkı umurlarında değildir, bunlar için de teröristler önemlidir. Bundan dolayı da tehcir düzenlemesinin çıktığı 27 Mayıs’ı değil, çete başlarının tutuklandığı 24 Nisan’ı esas alırlar.”
93 HARBİ VE BALKAN GÖÇÜ!
Ne dersiniz; sizce de çok önemli ve çok çarpıcı bir tesbit değil mi?..
Öyle ya;
Madem “Sözde Ermeni Soykırımı”ndan bahsediyorsun, o halde, niye “tehcir” ve “soykırım”(!)’ın başlangıç tarihi olan 27 Mayıs’ı değil de, “234 Ermeni komitacının tutuklandığı” tarihi, yani 24 Nisan’ı esas alıyorsun?..
Demek oluyor ki; “Ermeni Diasporası”nın ve onların yerli işbirlikçilerinin amacı “üzüm yemek” değil, “bağcıyı dövmek”tir!..
Hayır; kesinlikle “tehcir” veya “soykırım”ı tasvip ediyor değiliz... Ancak, “Ermeni tehciri”ne duyarlılık gösterip, onlardan “özür” dileyen “aydın”(!)larımız, sık sık açtıkları “imza kampanyaları”na, acaba “93 Harbi Göçü”nü, acaba “Balkan Göçü”nü ve acaba “Hocalı Katliamı”nı almazlar, acaba bunlar için niye bildiri yayınlamazlar?..
Oysa, hemen herkes bilir ki; adına “93 Harbi” denilen ve Mayıs 1877 ile Mart 1878 arasında yaşanan Osmanlı-Rus Savaşı esnasında ve sadece 15-24 Ocak tarihleri arasındaki 10 günde, “Rumeli’deki katliam”dan kaçıp, İstanbul’a sığınan “80 bin kişi” vardır... Dünkü gazetelerde de yer aldığı gibi, o günler tarihe şöyle geçmiştir:
“Rumeli’den boşanan yüzbinlerce ahali araba ve hayvanlarla, trenle yahut yaya, gece veya gündüz demeyip İstanbul’a döküldüler. Son nefesteki canlarını, Payıtaht-ı Saltanat’a ve İstanbulluların merhametine attılar.
Sirkeci mevkii, Ayasofya, Sultanahmet, Yenicami, Nuruosmaniye ve diğer camilerle birçok mektep ve binaların avluları ile bütün meydanlar mahşere döndü.
Trenler tasavvur olunmaz bir halde geliyordu. Vagonların içi ve üstü, erkek kadın, kucak kucağa istif olmuş, yanları hatta ön ve arkadaki zincirlerin üstleri insanla örülmüş idi. Soğuktan donarak düşenler, istasyonlarda hasta kalanlar hesapsızdı. Bunların çoğu hastalıktan ve soğuktan kırıldı. Allah’ın hikmeti, o günlerde şiddetli fırtınalar, kar ve yağmurlar durmayıp bu bîçarelerin üstünden geçti.
Vagonlardaki sıkışıklık ve ıstırap içinde lohusalar ve nice anneler yavrularıyla telef olup gittiler.”
Bir de, 1910-1914 arasında “Balkanlar'dan kovulan” veya “katliamdan kaçan” Türk göçmenler vardır ki; onların sayıları da “650-700 bin” civarındadır!.. Tabiî, “kaçamayıp, öldürülenler” hariç!!!..
Umarız, bir gün gelir, bu “göç ve katliam”ları da görür “aydın”(!)larımız!.. Tabiî, eğer “aydın” olmak demek, “ülkesine ve insanına yabancı” demek değilse!..
Selâm, saygı ve gönül dolusu muhabbetlerimizle!..