Hüseyin Öztürk

Hüseyin Öztürk

2009 değişim yılı olsa ne olur

2009 değişim yılı olsa ne olur

Dünya insanlığı, “barış istedikçe savaşa,” “huzur istedikçe bunalıma,” “hoşgörü istedikçe geçimsizliğe” doğru büyük bir hızla sürüklenip duruyor. Herkesin birbirini suçladığı ve ilk adımı karşısındakinden beklediği garip bir arenada yaşıyoruz.
Niye ilk adımı atan ben olmayayım. Kişi kendisinde bir değişim istiyorsa, mutlaka ilk adımı atan olmalı. İlk adımı atmayan hiç kimse, karşısındakinden ilk adımı beklememelidir. Önce “Ben” değil, “Sen” diyebilmek önemlidir. Hepimiz bu devrime hazır olmalıyız.
Lafla peynir gemisinin yürütüldüğünü sandığımız bir yüzyılda yaşıyoruz. “Konuşuyoruz, susmuyoruz,” “konuşturmuyoruz, susturuyoruz.” Garip değil mi? Çelişkiler yumağı içinde adalet aranmaz. Çelişkileri çözmek yerine daha da kör düğüm atıyoruz. Ve kişiyi kendisinden ve karşısındakinden koparan işte bu anlayış oluyor.
“Herkesin kendisini haklı gördüğü bir yerde, karşıdakiler istisnasız haksızdır.” Bu mantık yediden yetmişe bütün kesimlerde var maalesef. Bu hezeyan içimize öyle bir yerleşmiş ki, söküp atabilmek için sanki kıyamet sonrası yeniden dünyaya gelmemiz gerekiyor. Ama mümkün değil tabii. Gidişimizin dönüşü olmayacak.
Gergin bir toplumuz; kadın kocasını, kocası karısını, baba oğlunu, oğlu babasını, kız annesini, annesi kızını, gelin kaynanasını, kaynanası gelinini, işçi patronunu, patronu işçisini, amir memurunu, memur amirini eleştiriyor ve herkes kendisinin çok bildiğini kabul ediyor.
Neredeyse tartışmasız ve kavgasız kimsenin günü geçmiyor desem yeridir. Gergin oluşumuzun sebebi, bu anlamsız kavgalar ve tartışmalardır. En büyük hastalığımız, bitmek tükenmek bilmeyen “menfaatlerimizdir.” Bütün değer yargılarımızın üzerinde seyrediyor.
Bu hastalık tedavi edilmeden, insanın değişim geçirmesi imkânsızdır. “Ben” değil, “Sen.” “Biz” değil, “Siz” olmadıkça, ön yargısız ve peşin hükümsüz birbirimize, “kardeş” gözüyle bakmadıkça, işimiz zordan da öte, imkânsız denilecek haldedir ne yazık ki.
Çok geçmişe gitmeyelim. 2008’in nasıl geçtiğine bakalım ve şapkamızı önümüze koyarak elimizde ne var ne yok, bir gözden geçirelim. 2008’den elimizde ne kalmış Allah aşkına? Yıkık, dökük, paramparça, ne yanına baksak işe yaramaz koca bir yıl değil mi?
Bize kimse yazık etmez, biz kendimize yazık etmedikçe. Karşımızdakine gösterdiğimiz her acımasızlık ve insafsızlık, bize ödenmesi gereken fatura olarak geri döner. Elde ettiğimiz sonuç, başkalarının yüklediği yük değil, kendi yükümüzdür.
Söze gelince; “dünyanın ipinin koptuğunu” söylüyoruz. Dünyanın ipini koparan fert fert hepimiz değil miyiz? Başkası ip koparıyor da biz bağlıyor muyuz? Hayır, hepimiz birlikte el ele vererek, dünyanın ipini koparıyoruz, çünkü “fedakârlık” duygumuzu yitirmişiz.
Ben değişmeliyim ki, karşımdaki de değişsin. Ona “değiş” dememeliyim. Bendeki değişikliği görüp o da değişmeye yüz tutmalı. Değişime kimsenin direnmesi mümkün değildir. Evimizin önünü süpürürsek, komşu da bir gün kendi evinin önünü süpürecektir.
Önce evlerde geçimimiz iyi olmalı. Evleri “otel” gibi değil, “kutsal birer yuva” gibi kullanmalıyız. Evlerin otelden farkı yok. Evlerde kime güç yetiriliyorsa o kişi, resepsiyon memuru gibi çalışıyor, diğerleri otel müşterisi gibi davranıyor. Haliyle bu anlayış; sokağa, mahalleye ve tüm şehre yayılıyor.
İşimize “Başkasının işi” diye değil, “Benim işim” diye sahip çıkmalıyız. Başkasının işi diye sahip çıktığımız kapıdan rızkımızı kazanıyoruz. O zaman işimiz de evimiz gibi olmalı ve rızık kapısı olarak işimize dört elle sarılıp, tüketimden çok üretmeye çalışmalıyız.
“Ben böyle düşünüyorum ama başkası düşünmüyor, o zaman da kendimi aldatılmış gibi hissediyorum.” Çok kötü ve bencil bir düşünce. Biz böylelerini bir tarafa bırakalım, günü geldiğinde onlar da kesinlikle değişecektir. Kişi öncelikle kendi yapıp ettiklerinden sorumludur. Herkes kendi sorumluluğunu yerine getirse, işler düzelir.
Denemekten zarar gelmez. 2009 yılı değişim yılı olsun. “Ben”den vazgeçip, “Biz” olalım. Zarar edersek edelim, öbür âlemde mutlaka “Biz” diyenler kazanacaktır. Bu dünyadan kazandıklarımız burada kalıyor, bari öteki dünya için kazandıklarımızı kaybetmeyelim ve değişimi deneyelim. Yeni yıla yeni bir kişi olarak girelim.
ALİEREN
“Mut’a” ve “nikah”... Bir arada kullanılabilir mi?..
Okuyucuya izah için her ne kadar “Mut’a nikâhı” deniliyorsa da, bu iki kelimeyi beraber kullanmak yanlış. Çünkü mut’a ayrı nikah ayrıdır. Bir muamele mut’a ise nikah değil, nikah ise mut’a değildir. Kadınla erkeğin, şahit falan olmadan belli bir ücret üzerinde anlaşıp belli bir süre beraber olmalarına mut’a deniliyor. Nikah ise bunun zıddıdır. Nikahta, mut’anın zıddına hem şahit var hem de nikah geçici bir süre için değil devamlı olur.
Bu birkaç satırdan sonra, yakın geçmişteki bir yazımı hatırlatacağım. 20/11/2008 tarihli “Buna Tefsir diyecek miyiz?” başlıklı yazımda, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın 4 ilâhiyat profesörüne hazırlattığı 5 ciltlik KUR’AN YOLU isimli tefsirindeki vahim bir hataya işaret etmiş, Nisâ sûresinin 24. âyetinin tefsirinde mut’aya cevaz verildiğine dikkat çekerek bu yanlışı tenkit etmiştim. Çünkü, iki şahit olmaksızın bir erkekle bir kadının beraber olması 4 mezhebe göre de câiz olmayıp zina hükmündeydi…
Bahse konu yazımıza, büyük bir alâka gösteren din görevlileri, 5 ciltlik bu eseri hazırlayan zevatı tanıyor, ama böyle bir yanlışa nasıl imza attıklarını anlayamıyorlardı. Haklıydılar, çünkü anlaşılır gibi değildi.
Nisâ sûresinin 24. âyetinin tefsirinde mut’aya cevaz veren paragrafı okuyan din görevlileri tam mânasıyla dehşete düşmüştü. Telefon ve internet vasıtasıyla hislerini bizimle paylaştılar.
Bu okuyucular, kitabın birinci baskısını okuyanlardı. Birinci baskıdaki yanlışlığa yoğun tepkiler gelince, Diyanet mut’a ile alâkalı paragrafı değiştirdi, sonraki baskılarda başka ifadeler kullanıldı. Onun için, sonraki baskıları alanlar, bize “Bahsettiğiniz ifadeler Nisâ sûresinin 24. âyetinin tefsirinde yok” diyorlardı.
Haklıdırlar, önceki yanlışlık kaldırıldığı için tabii ki yoktur. Bu bilgiyi kendilerine arz ediyorum…
Okuyucularımıza bu açıklamayı yaptıktan sonra değerlendirmemize geçelim:
Mut’aya yol veren satırlar ilk baskıdan sonra kaldırıldığına göre, “Madem kaldırılmış, öyleyse yanlışlık da ortadan kalkmış mesele kapanmıştır” mı diyeceğiz, yoksa başka söylenecek söz var mı? Var. Çünkü, sonraki baskılarda yanlıştan dönülmüş olsa da, kim bilir kaç bin veya kaç onbin basılan kitapta okuyucuya yanlış bilgi verilmesinin vebali ve tahribatı ortadan kalkmış olmuyor.
Ortada, bu meseleyle ilgili cevap bekleyen birçok soru var.
1- Eseri hazırlayan 4 profesör, mut’anın câiz olmadığını biliyor muydu bilmiyor muydu? Bu yanlışı bile bile mi yaptılar bilmeden mi?
2- Bilmeseler bile dördü birden aynı yanlışta nasıl birleşti? Bu derece basit bir meseleyi bilmeyen kimselere nasıl tefsir hatırlattırıldı?
3- Onlar bu yanlışa düştü diyelim. Basılmadan önce eseri tetkik eden heyet bu satırları niçin çıkarmadı?
4- Heyet çıkarmak istedi de yoksa bir yerlerden baskı geldiği için mi bu satırlar tefsirde kaldı?
5- Yazarlar şahitsiz nikahın, yani mut’anın câiz olmadığını biliyor idiyseler –ki biz bildikleri kanaatindeyiz- böyle bir yanlışı bile bile niçin yaptılar? Ne düşünce ve ne niyetle? Varsa, kimlerin baskısıyla?
6- Gelen tenkitler neticesinde kitabın birinci baskısından sonra bu yanlıştan vazgeçildi.
Ama önceki binlerce, belki onbinlerce kitaptan meseleyi yanlış okuyanların, belki de mut’a yapanların vebali kimin olacak?
7- Yanlışlığın bulunduğu birinci baskı niçin toplattırılmadı? Toplama cihetine niçin gidilmedi?
8- Belki toplamanın mümkün olmayacağı düşünüldü. Sonraki baskılarda hiç olmazsa, “Birinci baskının falan cildinin şu satırlar yanlıştır. Doğrusu şöyledir” diye niçin bir açıklama konulmadı?
Müslümanları bu yanlıştan kurtarmak için niçin hâlâ bir açıklama yapılmıyor? Kitabın birinci baskısını okuyanlar niçin kendi hallerine bırakıldı?
9- Birinci baskıda yazılan doğru idiyse, sonraki baskılarda niçin kaldırıldı? Sonraki baskılarda yazılan doğru ise birinci baskıda niçin öyle yazılmıştı?
10- Zinanın kanunen suç olmaktan çıkarıldığı zamanımızda, bu fiilin günah olduğunun hiç olmazsa dinî kitaplarımızda anlatılması icap ederken, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın hazırlatıp bastığı, satış ve dağıtımını yaptığı bir tefsirde, yangına körükle gider gibi, böyle vahim bir suç işlenmesinin sebebi aklın alacağı bir şey değil. Bu eser basılmadan önce çeşitli tetkiklerden ve değişik ellerden geçtiği biliniyor. Üstelik tetkik erbabı kimselerin hepsi de mut’anın câiz olmadığını bilen kimseler. Öyleyse bir Kur’an tefsirinde böyle bir yanlışlık nasıl yer aldı? Bir yerlerden bir zorlama mı oldu? Değilse, bunca kontrola rağmen bu iş neyin nesidir?
Bu sorularımızın içinde yanlış ve yersiz olanlar olduğunu söyleyenler varsa buyursun söylesin. Ama doğru sorular da varsa onların cevaplarını almak istememiz hakkımız olsa gerektir…
Not: Namaz konuşmaları için davet edildiğimiz ve orada bulunduğumuz müddetçe bize zaman ayıran Çumra’dan Ahmet Özcan, Bozkır’dan Hüseyin Doğan, Seydişehir’den Ali Sertkaya’ya, yakın alâka gösteren ve muzahir olan her üç ilçenin değerli müftülerine ve belediye başkanlarına teşekkürlerimizi arz ediyoruz…

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Hüseyin Öztürk Arşivi