Boş Dedikodular, Sebatsız Fanilikler...
SADRAZAM Kâmil Paşa azledilmiş, mühr-i hümâyun Priştineli Bayram Paşa'ya verilmiş... Hariciye Nâzırı Sava Paşa ile Maarif-i Umumiye Nâzırı Zühdü Paşa'nın arası iyi değilmiş... Me'adin Nazırı Memiş Paşa ile Nafia Nazırı Turhan Paşa... Fıs fıs fıs... Falan filan... Heh heh heh... Keh keh keh...
Başbakan Çiller, Başbakan Mesut Yılmaz... Bakanlık müsteşarı Kâzım bey... Başdanışman Olcayto bey... Ekselans "Göreceğiz" dedi, bu ne mânâya geliyor?
1980'ler... Başbayan şöyle dedi, böyle yaptı... Başbakan bu dedikodulara çok kızdı...
Milattan çok önceleri... Bugün kraliçe Nefertiti, saltanat yatı ile Nil'de bir gezi yaptı, balıklara pişmiş nohut attı.
Anadolu'da Hitit kralı Şubbiliyumama arslan avına çıktı (o tarihte ülkemizde arslan yaşıyordu), bir arslana ok attı, hayvan yaralı olarak açtı. Kral buna çok üzüldü...
Bu tür dedikodular, günlük hadiseler bitmez tükenmez.
Bunlarla ilgili haberlerin, yorumların birkaç saatlik, bilemediniz birkaç günlük ömrü vardır.
1988 yılında yazılan on binlerce yazıdan kaç tanesi bugün okunmaya değer?
Medyamız hep bu tür haberlerle, yorumlarla, dedikodularla doludur.
Biraz da kalıcı konuların ele alınması gerekmez mi?
Asıl değerli yazı odur ki, diyelim 1955'te yazılmış, bugün birinin eline geçse, ne kadar değerli ve bugün de geçerli yazıymış demeli okuduktan sonra.
Eskimeyen, pörsümeyen konular vardır.
Bu ülkede, bu devletin, bu halkın müzmin dertlerine, krizlerine, problemlerine çare ve çözüm arayan ve bulan yazılar değerlidir.
Türkiye'nin yazılı, edebî, kültürel Türkçe meselesi vardır. Bu konuda niçin yeterli miktarda yazı yazılmıyor?
Ahmed Cevdet Paşa'nın Tezâkir adlı kitabı 19'uncu asırda Osmanlı devletinin çeşitli meselelerini inceler, anlatır. Tezâkir, bugün de ilgiyle okunacak, üzerinde düşünülecek kıymetli ve faydalı bir kaynak kitaptır. (Türk Tarih Kurumu tarafından bastırılmıştır. Zengin Türkçe biliyorsanız alıp okumanızı tavsiye ederim. İki yüz kelimelik sokak, çarşı, pazar, iletişim Türkçesiyle Tezâkir'i okuyup anlayamazsınız...)
Bugün halkın, yığınların çok önem verdiği, merak ettiği polemiklerin hiç kıymeti yoktur. Vaktiyle romancı Hüseyin Rahmi ile gazeteci Ali Naci arasında şiddetli bir polemik olmuştu. "Şekâvet-i Edebiye" adlı kitap... Bugün onu bilen kaç kişi vardır?
Yazık ki, Türkiye'nin gerçek gündemi, müzmin dertleri, vahim krizleri üzerinde durulmuyor.
Dedikodular... Su veya kum üzerine yazı yazmak... Cam buğulanmış, üzerine bir iki kelime yazılıyor ve kısa zamanda siliniyor... Mediha Sultan... Şâkir Paşa... Aristidi Efendi... Cezayir-i Bahr-i Sefid valisi Âbidin Paşa... Paşalar maşalar, ekselanslar, bitmez tükenmez insanlık komedisi... Sebati olmayan fânilikler...
Acaba bendeniz, 1991 yılından beri Millî Gazete'de birkaç kalıcı, faydalı, değerli yazı yazabildim mi? Yazabildiysem kendimi bahtiyar addederim...
Bir Halk Zehirleniyor!..
DEVLETİN, Belediyelerin, resmî kuruluşların; halkı sağlığa zararlı, zehirli, hormonlu, kimyalı, yapay boyalı, aromalı, korumalı gıda maddelerinden ve içeceklerinden koruması, uyarması gerekmez mi?
Zaman zaman duyuyoruz: Filan Avrupa ülkesine filan yiyecek maddesini ihraç etmişiz, tahlillerden sonra içinde haddinden fazla miktarda kimyalı maddeler veya mikroskopik küfler çıkmış, mal ya imha edilmiş, ya geri gönderilmiş. Geri gönderildiyse iç piyasaya sürülmüştür...
En son sütlü maddeler, peynirlerle ilgili tedirgin edici haberler okudum. Ucuz olsun diye peynirlerin içine palm yağı denilen çok ucuz bir yağ karıştırılıyormuş. Karıştırdıklarına göre, ambalajına (okunabilir ve görülebilir bir şekilde) "İçinde şu miktarda şu oranda palm yağı bulunmaktadır" diye yazılması gerekmez mi?
Geçen sene marketten hazır sahlep almıştım. Etiketini okuyunca içinde gerçek sahlep olmadığını, kimyalı sahlep aroması bulunduğunu anlamıştım. Sahlep şifalı bir maddedir. Tabiî, hakikî olanı.
Marketler ucuz bal dolu. Bu fiyatlara gerçek, tabiî bal satmak ve almak mümkün müdür?
Teknik ilerliyor, cihazlar yapmışlar, içine parça halinde tavuk ve öteki etler konuyor ve % 15-20 miktarında su ilave ediliyormuş...
Ekmeklere dört ayrı çeşit kimya ilave ediliyormuş. Unu çok beyaz gösteren kimya... Pişerken ekmeği kabartan, büyük gösteren kimya... Bayatlamayı ve bozulmayı önleyen kimya... Ötekinin ne işe yaradığını unuttum...
Trakya'da, Marmara ve Ege bölgesinde domuz çiftlikleri arttı. Avcılar da ormanlarda büyük miktarda yaban domuzu vuruyor. Bunların etleri halkımıza dana eti diye yediriliyor.
Piyasada 7 liraya sucuk satılıyor. Bol baharatlı, bol kimyonlu, bol sarımsaklı... Bu kadar ucuza sucuk olur mu? İçinde ne var acaba?
Sağlığa yararlı kepekli ekmek tutuldu, sevildi... Ekmeği esmer göstermek için bazıları içine boya koyuyormuş!
Zeytinlerin kuzgunî siyah olması için sağlığa çok zararlı boyalar kullanılıyormuş.
Meyve ve sebze üretiminde haddinden fazla hormon ve yapay kimyalı gübre kullanılıyormuş...
Velhasıl yediğimiz içtiğimiz kimya, boya, aroma, hormon, yapay madde dolu.
Ülkenin her yeri hastahane dolu, yatak sayısı arttı, doktor ve sağlık personeli çoğaldı... Lakin hastaların ve hastalıkların sayısı birkaç misli arttı.
İlaç sanayi daha fazla, çok fazla, en fazla miktarda ilaç satılmasını istiyor. Jules Romains'in "Doktor Knock" piyesini bütün halka okutmak gerekir. (Bu piyesin bir filmi vardır. Büyük bir TV kanalı bunu yayınlasa ne iyi olur...)
Şöyle bir sabah kahvaltısı düşünüyorum: Sıcacık doğal esmer ekmek... İçinde arsenik marsenik bulunmayan doğal su ile demlenmiş, boyasız aromasız çay... Çaya atılmak üzere incecik kesilmiş, kabuğunun üzerinde kimyalı madde bulunmayan bir dilim limon... Kimyasız, palm yağsız katkısız gerçek peynir... Boyasız moyasız zeytin... Normal bir köy tavuğunun yumurtlamış olduğu bir rafadan yumurta... Az da olsa gerçek bal... Bunlarla zamanımızda sabah kahvaltısı yapmak ne büyük bir hayal değil mi?
Sayın devletimiz, sayın belediyeler halkı bunca boyadan, bunca aromadan, bunca koruyucu maddeden, bunca kanserojen maddeden korumak için, uyarmak için ne gibi çalışmalar yapıyorlar acaba?
Herkes başının çaresine baksın diye bağırmaktan başka çare kalmadı galiba...
Filistinlilere Nasıl Yardım Edebiliriz?
ŞİFAHÎ toplumlar bir facia olunca büyük telâş ve heyecan içinde feryat ederler, kızarlar köpürürler... Ateşli yazılar, ateşli feryatlar...Asalım keselim... Boykot edelim...
Sonra bu heyecan tavsar, feryatlar azalır ve günün birinde facia kül altında kalır, unutulur gider.
İsrail zulmü altında inleyen kardeşlerimize yardım etmek istiyorsak gürültüyü patırtıyı bırakalım ve işe yarar hizmetler yapmak için düşünelim ve aksiyona geçelim.
Birkaç teklifim var:
(1) Bin yaralı getirtip Türkiye'de tedavi ettirmek.
(2) Uluslararası Kızılay ve Kızılhaç vasıtasıyla perişan Müslüman kardeşlerimize yiyecek yardımı yapmak.
(3) En az yüz yetim Filistinli çocuğu okutmak, yetiştirmek.
Bunlar şu anda benim hatırıma gelenler.Başka böyle somut teklifleri olanlar da ortaya koysunlar ve harekete geçilsin.
Faydasız, boş, fevrî heyecanlar ile ancak kendimizi tatmin etmiş oluruz.
Bazıları İsrail mallarını boykot etmekten bahs ediyor. Şu anda bizim tarımımız İsrail tohumları ve hormonları ile üretim yapmaktadır.
Bundan yıllarca önce Ermeni meselesi dolayısıyla Fransa'ya kızmış ve Fransız mallarını boykot kararı almıştık. Bu boykot kaç gün sürmüştü?..
Lütfen ağır Müslümanlar olalım.
Bir Müslüman bir kuyuya taş atsın, cümle dinsizler o taşı çıkaramasın...