Karne günü
Medya, “Ergenekon’da 11. dalga” diye çığlıklar atarken…
Muhalif siyaset, olayın doğruluk ve gerçekçilik derecesiyle zerre kadar ilgilenmeden, sadece bunu iktidarı vurmak için nasıl bir fırsata dönüştürebileceğini her beyanına buram buram yansıtırken…
Sıranın nihayet sendika ağalarıyla gazetecilere de gelmesi karşısında bizim “Çiftetelli Medyası”nda endişeli kıpırtılar başlarken…
O gün geldi çattı ve çocuklarımız aldılar karnelerini. Büyüklerimiz ve hatta biz pek farkında değiliz, ama çocuklarımız dün karnelerini aldılar.
Karne günleri özel günlerdir. Aynı zamanda da netameli günlerdir. Durum ne kadar iyi olursa olsun, her öğrenci genelde hafif bir çekingenlik eşliğinde hatırlar bu günleri. Bendeniz de öyle hatırlıyorum. Her karne zamanı, Kalecik İlkokulu’nun loş sınıfında heyecan içinde bekleyen bir çocuk geliyor gözlerimin önüne… Tüm çocuklar kadar masum, tüm çocuklar gibi mazlum; biraz yitik, biraz ürkek, bir hayli de endişeli bir çocuk…
O çocuğa baktıkça, ilkokuldan bu yana geçen yılların hızıyla başım döner gibi oluyor…
Zamanı kemiren yıllarla hesaplaşmak bile gelmiyor içimden; zamana yenilmişlik duygusu içinde hayalimden geçen masum, mazlum ve endişeli çocuğa gülümsemekle yetiniyorum.
Gülümsediğim, benim çocukluğumdur! Karne günü yaklaştıkça, derin bir heyecan içinde sevinirdik. Çalışkanlar sevinirken, karnelerinde kırık bekleyen arkadaşlarımız somurtuk bir suratla kendilerini saklamaya çalışırlardı. İçlerinde umursamazları da vardı elbette: Daha o yaşta kendi gerçeklerinden ve kendi varlıklarından umut kesmişler, hiçbir zaman başaramayacaklarına inanıp, direnmekten vazgeçmişlerdi. Zincir sallayarak dolaşır, çalışkan öğrencilerle alay ederek kendilerini tatmin etmeye çalışırlardı. İçin için kıskandıklarını sezerdim. Sezmemek mümkün değildi çünkü: Buruk yüreklerini buğulu bakışları ele verirdi. Hallerine acırdım. “Oh olsun, çalışsalardı” dediğim anlar olmakla birlikte, genellikle “Keşke başarsalardı” diye düşünürdüm.
“Başarı”nın “çalışma”yla bağlantısını daha o günlerde kurmuştum. Rahmetli babam, “Hayat bir imtihandır” dedikçe, aklım karne dönemlerine kayardı: “Hayatın tümü böyle bir şey” diye geçirirdim içimden, “kırık not alanlar ağlayacak.” Ama hayatın notunu melekler tutar, sadece Allah değerlendirirdi.
Çalışanlarla çalışmayanların aynı notu almalarının haksızlık ve adaletsizlik olacağını, bu imtihanın hayatın tümünü kapsadığını, bir anlamda Allah’ın da kullarına “not” verdiğini düşlerdim.
Ve her günün akşamında şöyle bir sual sorardım kendime: “Acaba bugünün karnesi nasıl?”
“Çocukluk işte” deyip geçemiyorum. Sanırım bizim çocukluğumuz, biraz zamansız büyümüş bir çocukluktu! Yine de “karne” sözcüğü hepimizi çok heyecanlandırır, bin dereden su getirerek notlarımızı öğrenmeye çalışırdık.
İlkokul öğretmenlerimiz ise ketum mu ketumdular: Notlarımıza “devlet sırrı” muamelesi yapar, ser verir, sır vermezlerdi.
Ortaokul ve lise biraz daha toleranslıydı. Notlarımız verildiği an söylenirdi, ama “kanaat notu” yine de gizli tutulurdu. Her şey karneye bağlıydı...
Kırıklarla dolu bir karneyi eve götürmek, gerçek bir kâbustu. Anne-babaları okuma-yazma bilmeyenler bu yüzden mutlu olurlardı. Karne okuyabilen anne-babaya sahip arkadaşlarım ise eve gitmek istemezlerdi…
Sonunda bu stresi yaşayacaklarını bile bile neden tembellik ettiklerini anlamaya çalışırdım. Galiba bu bir etkileşimdi. Tembel arkadaşları olan çocuklar tembel oluyor, o kıskacı bir türlü kıramıyorlardı.
“Söyle arkadaşını, kim olduğunu söyleyeyim” sözü boşuna söylenmemişti.
Aradan yıllar geçti. Karnedeki başarı, ya da başarısızlığın hayata çok fazla yansımadığını yaşayarak öğrendim…
Buna dayanarak anne-babalara birkaç şey söylemek istiyorum: Öncelikle hayatın, başarıların yanı sıra bazı başarısızlıklarla da dolu olduğu gerçeği, çocuğa, hayatı algılamaya başladığı andan itibaren telkin edilmeli. Her insanın kimi zaman başarıya, kimi zaman da başarısızlığa mahkûm olduğu, başarıdan şımarmamak, başarısızlığa ise yenilmemek gerektiği anlatılmalı… Çocuğun, başarı gibi, başarısızlığı da soğukkanlılıkla karşılamayı öğrenmesi, kendi geleceği açısından çok önemlidir. Öte yandan uzmanlar okuldaki başarısızlığı, tek başına çocuğun başarısızlığı gibi değil, tüm ailenin ve öğretmenlerin başarısızlığı gibi görme eğilimindedirler.
Bana göre de okuldaki başarısızlık bir sonuçtur: Öğrencinin başarısı, aile içi eğitimle okul eğitiminin birleşmesiyle oluşur… Oysa bizim eğitim sisteminde iki yönlü kopukluklar var…
Birincisi: Okul her şeye ideolojik kalıplardan bakıyor, aile ise daha özgün ve özgür düşünebiliyor. Yani okul ile ailenin eğitimden beklentileri örtüşmüyor. Ayrı tellerden çalıyorlar.
Bu da tabiî çocuğa yansıyor, kafasını karıştırıyor, başarısını etkiliyor.
İkincisi: Aile, çocuğun okulu ile diyaloğa geçmiyor. Doğrusu, öğretmenler de bu konuda fazla istekli görünmüyorlar. Bunun faturası ise yine çocuğa çıkıyor.
Şu halde çocuğun okuldaki başarısızlığında ailenin yanı sıra öğretmenlerinin de payı var. Bir anlamda zayıf not veren öğretmen, kendine de zayıf vermiş oluyor.
Öte yandan, kimse kimseye hayatı bir çırpıda öğretemez. Herkes yaşayarak öğrenir. Çocuk da hayatı yaşayarak öğrenecektir. Buna izin vermek, sabırlı olmak, çocuğa zaman tanımak gerekiyor.
En önemlisi de şu: Çocuklarımız, bizim, her zaman her konuyu konuşmaya, hatta tartışmaya hazır olduğumuzu bilmelidirler.
Karneye bakmadan önce çocuğunuzun gözlerinin içine bakın ve sevginizin ölçüsünü karnedeki notların belirlemediğini, notlar nasıl olursa olsun onu sevmeye devam edeceğinizi, kırıklarını düzeltme konusunda da ona güvendiğinizi söyleyin.
Tüm öğrencilere iyi tatiller.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.