Tersinden 'mahalle baskısı'
Başbakan’ın “Türban simge olsa ne olur?” dediği ve bu konunun güncelleştiği, kıran kırana kavgaya dönüştüğü günlerde, aynı patronaja bağlı televizyonlar sürekli askeri görüntüler yayınlamaya, gazeteler birinci sayfanın neredeyse dörtte birini kaplayacak şekilde komuta kademesinin fotoğraflarını basarsa, bu aba altından sopa göstermek, yahut tersinden “mahalle baskısı” sayılır mı, sayılmaz mı?
Diğer televizyon kanalları “Gestapo” usulü bir strateji geliştirip başörtülü hemşire çalıştıran hastaneleri basarlarsa, bu, “inananlara baskı” olarak yorumlanır mı, yorumlanmaz mı?
Diyeceksiniz ki askeri görüntüler yayınlayıp komutanların fotoğraflarını basmakla ne olur? Bir şey olmaz, ama biz malum: 28 Şubat sürecinden geliyoruz. Tersinden “mahalle baskısı”nın nasıl yapıldığını iyi biliriz.
Hatırlamaya çalışın lütfen; 28 Şubat nasıl hazırlanmıştı? önce malum gazetelerle televizyonlar askeri görüntüler vermeyi sıklaştırdı. Ardından “Fadime-Müslim”, “Emire-Kalkancı” hikâyeleri medyaya çıktı. Güzelce bir kız, kanal kanal gezip, kendisine “şeyh” denen bazı insanlar tarafından tecavüze uğradığını, iki gözü iki çeşme anlatmaya başladı.
Bre durun! “Bu hikâye ne menem hikâyedir ki, tam da ihtiyaç duyulduğu bir zamanda ortaya çıkıvermiştir?” demeye kalmadı, Sincan Belediyesi’nin tertiplediği “Filistin Gecesi” üzerine kızılca kıyamet koptu.
Olduydu, olmadıydı derken, bir sabah tanklar Sincan’dan geçiverdi. Rivayete göre, çevik Bir Paşa, tanklarla, “Demokrasiye balans ayarı” yapmıştı. Tabii “çiftetelli Medyası”nın görkemli yazarlarından hiç biri, “Askerlerin demokrasiye balans ayarı yapmak gibi bir görevleri var mı?” diye sormayı akıl etmedi. Bunu soracak yerde, “Bravo Paşamıza!” çığlıkları eşliğinde alkış tuttular ve “cihet-i askeriye”nin vermeye başladığı brifinglere koştular…
O zamanlar muhalefette olan ANAP Genel Başkanı Mesut Yılmaz da koroya katıldı: İktidar ortaklığı yapan Erbakan ve çiller’e parmağını dikerek: “Tankları görmüyor musunuz?” diye bağırdı. Tabii bu da “çiftetelli Medyası”na manşet yapıldı. (Hürriyet bunu, “Tank sesleri” manşetiyle duyurdu. “Dev ilçe Sincan’da heyecanlı sabah… Sincan, dün sabah Yenikent’teki tatbikat alanına giden 15 tank ve 20 kadar kariyerin geçişiyle uyandı.” (5 Şubat 1997).
“Amiral Gemisi”nin yaveri Milliyet ise buna, “Laiklik uyarısı” (13 Şubat 1997) diyordu.
Brifing sonrasında görkemli yazarlarımız, gazetecilerimiz, aydınlarımız sadece alkışlıyor, “Bu iddiaların somut ispatı var mı?” diye sormayı kimse düşünmüyordu. çünkü maksat üzüm yemek değil, işbirlikçi bir mantıkla bağcı dövmekti. Bu kez “bağcı”, “Başbakan Erbakan”la yardımcısı çiller’di. Hürriyet’in etekleri laiklik çalıyordu: “Şok brifing… Genelkurmay Başkanlığı, Ankara’daki tarihi brifingde irtica ve bölücülükle mücadelenin rejim için dış düşmandan çok daha önemli hale geldiğini açıkladı.” (30 Nisan 1997).
Sabah’ın manşeti: “Türkiye sizinle gurur duyuyor” … “ Hakim ve savcılarımız Adalet Bakanı’nın tehditlerine rağmen laik Cumhuriyet’in emrinde olduklarını gösterdiler ve irtica konusundaki brifinge akın akın katıldılar.” (11 Haziran 1997)
28 Şubat sürecinde Doğan Grubu, en başta “Amiral Gemisi Hürriyet” olmak üzere tüm gemilerini, hattâ kayıklarını cepheye sürmüştü. “Amiral Gemisi” hemen hemen her sayısında “irticadan haberler” veriyor, aynı merkezlerde üretilen iddiaları “gerçek” gibi basıyor, hem mevcut Refah-Yol (RP ile DYP koalisyonu) iktidarını, hem de onları destekleyen “muhafazakâr” seçmen kitlesini hırpalıyordu.
özellikle de Hürriyet, sık sık “üst düzey bir askeri yetkiliye” dayanarak verdiği zorlama haberlerle, üslendiği işlevi yerine getiriyordu. Arada bir de, yine “üst düzey bir askeri yetkiliye” dayanarak “sivil” takılıyordu: “Bu defa işi silahsız kuvvetler halletsin” (20 Aralık 1996).
Hürriyet’le hemen hiçbir konuda anlaşamayan rakibi o zamanki Sabah gazetesi de sık sık devreye giriyor, Mesut Yılmaz’a enteresan çağrılar yapıyordu: “Koltuk uğruna laik Cumhuriyet'i satma.” (15 Şubat 1996).
Yine Hürriyet, “Genelkurmay’dan irtica broşürü” (26 Nisan 1997) başlığıyla çıkıyor, delile bağlanmamış iddiaları arka arkaya sıralıyordu.
Hürriyet Gazetesi aynı sayısında birinci sayfadan “Cumhuriyet'i yıkma planının fotoğrafı” başlığı altında, başta Erbakan olmak üzere bir düzine isimle birlikte, Kur’an Kursları ve imam hatip liselerinin sayısını, öğrenci miktarını ve onlara destek verdiğini iddia ettiği “İslâmi sermayeye ait şirketler”i sıralıyordu. İddiaya göre, belirlenen şirketlere “cihet-i askeriye” ambargo koymuştu.
Yine aynı sayıda, Hürriyet, “İslâmcı medya” başlığı altında gazete, dergi, radyo ve TV kanallarını veriyor, yanı sıra da dernekleri, vakıfları, yurtları sayıyordu. Yapılan “gazetecilik” miydi, “muhbirlik” mi, karışıyordu.. Ve de korkutuyordu:
“Gerekirse silah bile kullanırız… Genelkurmay Başkanlığı, ‘Türkiye Cumhuriyeti'ni yıkmaya çalışan irticaya karşı mücadelede gerekirse silah kullanacağını’ açıkladı.” (Hürriyet, 12 Haziran 1997).
Aynı günlerde, Deniz Kuvvetleri’mize ilişkin olarak, Refah-Yol yönetimine bilgi verdiği iddia edilen “Casus Onbaşı” krizinde “Amiral Gemisi Hürriyet” tüm silahlarıyla saldırıyor, hayalî casusu imam hatiplerle ilişkilendiriyordu: “Casus Onbaşı Kadir Sarmusak, imam hatip mezunu” (3 Temmuz 1997).
O susar gibi olunca Milliyet bastırıyordu: “Devlete savaş açmışlar. Mesut Yılmaz Milliyet’e açıkladı: “Refah-Yol döneminde Genelkurmay’ı izlemek için özel birim kurulmuş” (Milliyet, 3 Temmuz 1997). Bütün bunların “uydurma” olduğu ortaya çıkacak; ancak ne gazete, ne yöneticileri özür dilemeyecekti. Bu yüzden Demirel, Ecevit, Yılmaz, Cindoruk, Bahçeli gibi siyasetçiler “bedel” ödeyecek; ancak ittifakın sendika ve medya boyutu keyfini sürecekti.
“Türban” tartışılırken, Hürriyet yine saldırı durumundaydı. O kadar ki, bir terör olayından bile yağ çıkarmaya çalışıyordu: “Türban korsanı (manşet). Oyuncak tabancayla uçak kaçırdı. (15 Eylül 1998)
Yarın inşallah devam edelim. Edelim de görelim, tersinden “mahalle baskısı” nasıl oluyormuş.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.