Umut ve sabır
1925’lerin Amerika’sında, pek kimsenin tanımadığı genç bir ressam yaşardı...
Genç ressamın biri kız dört kardeşi daha vardı. Kalabalık hem de fakir bir aile içinde büyümüştü. Fukaralık ailenin belini öylesine bükmüştü ki, delikanlı doğru düzgün eğitim dahi alamamıştı.
Karikatür çiziyordu ama, çizdiklerini hiçbir gazeteye kabul ettiremiyordu. “Bu işe kabiliyetin yok, en iyisi sen kendine başka bir iş bul” diye öğüt veriyorlardı. Ama o başka iş yapmak değil, sadece resim çizmek, yüreğini çizgileriyle ifade etmek istiyordu.
Sonunda bir kilisenin papazı haline acıdı ve onu işe aldı. Kilisenin duvarlarına önerilen resimleri yapacak, bunun karşılığı olarak karnı doyurulacaktı. Yani delikanlı boğaz tokluğuna çalışacaktı.
Ama kalacak yeri yoktu. Papaz kilisenin eski garajında yatıp kalkmasını önerince seve seve kabul etti. Kenara bir yatak attı ve eski garajda yatıp kalkmaya başladı.
Hayatının şimdiye kadarki bölümü başarısızlıklarla doluydu, ama o günün birinde başaracağına inanıyor, pes etmeden çalışıyordu. Başarısız geçen her günün akşamında, hatıra defterine şöyle bir cümle yazıyordu: “Kendimi ne kadar şanssız hissedersem edeyim, ne kadar talihsiz ve kısmetsiz olduğumu düşünürsem düşüneyim, asla ümitsizliğe kapılmayacağım ve asla tembellik etmeyeceğim.”
Nihayet bir akşam vakti, yatıp kalktığı eski garajda ne çizeceğini düşünürken, birden tüm hayatı değişiverdi. Çorabın yırtığından çıkan baş parmağında bir temas hissetmişti.
Eğilip bakınca, ayağındaki temasın sebebini gördü: Bu küçücük bir fare idi. Delikanlı hemen ayağını çekti. Ama fare kıpırdamadı bile: Israrla yüzüne bakıyor, sanki dikkatini çekmeye çalışıyordu...
“Elalemin ayağına kısmet gelirken, benim ayağıma aptal fareler geliyor” diye düşünmekten kendini alamadı.
İşte tam bu sırada gözleri elindeki kâğıda ilişti: Farkında olmadan bir sürü sevimli fare karikatürü çizmişti... Kâğıda baktı ve bakmasıyla birlikte kafasında sanki milyonlarca şimşek çaktı: Bulmuştu.
Her şey bir anda değişti: Dünya çocuklarının gönlünde taht kuracak olan sevimli fare “Mickey Mouse” o an dünyaya geldi.
Tahmin ettiğiniz gibi, genç ressamın adı, Walt Disney’di... O akşam ayağına aptal bir fare geldi, eğilip fareye baktı ve “başarı”nın en son noktasına çıktı... O akşam orada çizdiği fare resimleri, ona büyük bir imparatorluk kazandırdı: Para İmparatorluğu...
Oysa başlangıçta o da yalnız ve beş parasızdı... Ne ailesinden servet kalmıştı, ne de yüksek makamlarda bir “dayı”sı vardı... O da en az sizin kadar yalnız, desteksiz, hattâ kendi deyimiyle “şanssız”dı...
Ama asla umutsuz değildi... Olumsuz şartlara karşı direndi, çabaladı ve sonunda kazandı.
Siz de direnin ve kazanın!
•
Yedi çocuklu, orta halli bir ailenin 7. çocuğuydu...
Henüz yedi yaşındayken, ailesiyle birlikte Michigan’daki Port Huron’a yerleşti. Yerleşir yerleşmez de ilkokula yazıldı. Artık eğitim çağına gelmişti.
Fakat okula başladıktan üç ay kadar sonra, öğretmenleri çocuğun öğrenme güçlüğü çektiğini, dersleri anlayamadığını, bunun da sınıftaki eğitim programını aksattığını iddia ederek, okuldan alınmasını istediler...
Onu mecburen okuldan alan annesiyle babası ne yapacaklarını, küçük oğullarını nasıl eğiteceklerini şaşırmışlardı. Çocuğun ise hiç umurunda değildi: Evlerinin kilerinde bir kimya laboratuvarı kurmuş, kimya deneyleri yapmaya başlamıştı.
Bir süre sonra kendi başına bir telgraf aleti yaptı ve Mors Alfabesi’ni öğrendi. Ne yazık ki, o günlerde geçirdiği ağır bir hastalık sonucu işitme yeteneğini büyük ölçüde kaybetti.
12 yaşına geldiğinde bir trende hem dergi, hem de meyve satıyor, bir yandan da trenin yük vagonuna yerleştirdiği küçük bir baskı makinesi ile haftalık bir gazete çıkarıyordu.
Ama bir gün, içinde kimyasal madde bulunan şeylerden biri kırılıp vagonda yangın çıkınca, delikanlı hem trendeki işinden kovuldu, hem de kulakları daha beter sağır oldu.
Şansı yaver gitmiyor, talihi yar olmuyordu. Telgrafçılığa merak sarıp 1863-1868 yılları arasında ABD ve Kanada’da birkaç telgrafhanede çalıştı, hatta bir ara elektrikli bir kayıt cihazı bile yaptı. Ne var ki patentini alamadı.
Yine beş parasız, üstelik borçlu, hatta sağlıksızdı, ama pes etmeyi düşünmüyordu. Şansını başka türlü denemek için, Boston’dan New York’a gitti. Elinde kalan son birkaç kuruşla ahırdan bozma bir laboratuvar kiraladı ve çalışmaya başladı. Ne yapmak istediğini soranlara, “Güneşten ışık demeti alıp cam fanusa koyacağım ve tepenize asacağım; bundan sonra böyle aydınlanacaksınız” diyordu.
“Deli” dediler ona, boşuna zaman geçirdiğini söylediler. Mahallenin akıllılarına göre, ışık elde etmek için bir kaba biraz yağ malı üzerine kumaştan bir fitil dikmeli, sonra da fitilin ucunu yakmalıydı...
Onlar o zamana kadar gördüklerini anlatıyorlardı. Genç adam ise yüreğinde çoktan yaktığı ampulün gerçek anlamda yanmasını bekliyordu.
Kimi rivayetlere göre yirmi bin, kimi rivayetlere göre beş bin deney yaptı. Sonuncu deneyde ampul yanmıştı. Her deney amacına doğru atılmış bir adımdı. “Her deney insanı amacına bir adım daha yaklaştırır” dedi.
Şöhretin de servetin de zirvesine çıktı.
Bu genç adamın adı, Thomas Alva Edison’du. Zaman zaman şansını kaybettiğini düşünmüştü belki, ama umudunu hiç kaybetmemiş, hiçbir başarısızlık karşısında yıkılmamıştı.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.