Bozulma sürecinin dindar Müslüman tipleri
Dindar Müslümanlar (derken, dini hükümleri hayatının tümüne hâkim kılmaya çalışan Müslümanları kastediyorum, yoksa “Ben Müslümanım” diyen herkes Müslümandır) olarak biz, eskiye göre daha başarılı, daha varlıklıyız...
Çünkü daha muktedir (iktidar sahibi), daha politik, makam mevki ve güç-kuvvet sahibiyiz.
Bunlara paralel olarak, daha görkemli, daha gösterişli bir hayat yaşıyoruz...
Son yirmi-otuz sene içinde kavuştuğumuz bu imkânları, “Devr-i Saâdet ölçeği”nde kullanıp başkalarına da yansıtsak sorun yoktu. Ne var ki, bir sürü imkânla birlikte bize bir de “Rabbena hep bana” anlayışı musallat oldu: Bireyselleşip bencilleştik!
Sonuç olarak, eskiye nispetle daha kolaycı, daha rüşvetçi, daha vurguncu, daha soyguncu, daha vurdumduymaz, daha duyarsız, daha kaba-saba, daha kültürsüz, daha sevgisiz, daha saygısız, daha meraksız, daha ürkek, daha korkağız!..
“Para”nın getirdiği her kolaylığı ve her uygunsuzluğu, tıpkı “ötekiler=dünyacılar” gibi, biz de doludizgin yaşıyoruz!
Uzun zamandır, tıpkı “ehl-i dünya” dediğimiz tek dünyalılar gibi, alabildiğine para endeksli, köşe dönücü, iş bitirici bir yaşam felsefemiz var...
Yürek pusulamız eskiden sadece “kıble”yi gösterirken, çoktan beri “para”yı ve “gücü” gösteriyor!
Biz de yüreklere basa basa yürüyüp hedefe (paraya-başarıya-güce-iktidara) ulaşmayı sevmeye başladık!
Komşumuzun yokluktan ve yoksulluktan dolayı aç uyuması, çoktan beri bizi ilgilendirmiyor, bundan rahatsız olmuyoruz!
“Dost” saydıklarımızın bile dertlerini kendimize dert edinmiyoruz...
Zaten topu topu birkaç dostumuz var: Bize “dostluk maskesi” geçirilmiş menfaat ortaklığı yetiyor...
Bu yüzden ayağımız sürçtüğü an, etrafımız boşalıveriyor.
Menfaat ortaklığının özelliği budur: Sadece ortada paylaşılacak menfaat olduğu ve paylaşma sürdüğü müddetçe yaşar.
Taraflardan biri tökezler tökezlemez, “dost” zannedilen kişiler bu tökezlemeden nasıl faydalanacaklarını hesaplayıp gerekirse bir tekme daha yapıştırırlar...
Bu epey zamandan beri böyleydi; 1983 yılından bu yana ise yoğun biçimde böyle...
Rahmetli Özal pek çok güzelliğin yanı sıra, maalesef, kapitalizmin en acımasız boyutlarını da içimize yerleştirdi.
Çok kazanıp çok harcamanın, marka giyip fark edilmenin fani lezzeti ile birlikte, “Altta kalanın canı çıksın” felsefesi, maalesef, dindarlara da bulaştı...
Sanki boynumuza “Versace” kravat, bileğimize “Rolex” saat, gözümüze milyarlık “Rayban” gözlük takmasak, kabir meleklerinin suallerini cevaplandıramayacağız.
Ahirette kravatımızın, saatimizin, gözlüğümüzün, gömleğimizin markasını sorarlar mı acaba? Sorarlarsa, bir ihtimal, kabir azabından yırtıp cennetin yolunu tuttuk demektir! (“Yürek Seferi” isimli kitabım böylesi çelişkilerimizden oluşmuştur).
Özellikli ve pahalı markalar öteki dünyada da geçiyor olmalı! Yoksa fani dünyayı baki dünyanın “bekleme salonu” sayan dindar Müslümanlar, ne diye geçici heveslerin peşine düşelim?
Çok kazanmak, çok zengin olmak, çok iyi giyinmek, kocaman lüks otomobillere binmek, yalılarda oturmak; kısacası “bir eli yağda, bir eli balda” yaşamak Müslümanlığımıza bir şey katmıyor.
Sürekli olarak başkalarını sorgulamak da bize bir şey kazandırmıyor.
Başkalarını sorgulamak yerine artık biraz da kendi iç âlemimizi, değişen, değiştikçe sünnetten uzaklaşan hayat felsefemizi sorgulamaya başlamamız lâzım.
Ucundan başladık gibi de gözüküyor aslında. Çünkü “dünyacı yaşam biçimi” beklentilerimizi karşılayamıyor. İnançlarımızın hâlâ diri olması dolayısıyla, “fani dünya” ile yetinemiyoruz.
İkisini birden istiyoruz.
İnsan olduğumuza göre ihtiraslarımızın sonsuz olması doğal. İnsan olarak hem dünyayı tüm güzellikleriyle yaşamak, hem de ahrette safa sürmek emelindeyiz...
Olabilir elbette, neden olmasın?
Peki ama “tercih” yapmak zorunda kalırsak ne olacak?
Dünyayı mı tercih edeceğiz, ahreti mi?..
Ahlâkı mı, parayı mı?..
Yüreği mi, kavgayı mı?..
Sevgiyi mi, nefreti mi?
Bu duygular hepimizin içinde mevcut; hangisini öne çıkarıp hayatımıza egemen kılacağımıza biz karar veriyoruz.
•
Tesettürlü kadınlarımızın fazla süslendiği yolunda eleştiriler sıralarken, dindar erkekleri teğet geçmemiz ne kadar garip...
Kendi kendimize sanırım iltimas geçiyoruz.
Oysa dindar erkeklerimize de bir şeyler oldu: Eski duyarlılığımızdan eser kalmadı. Biz de artık tek dünyalılar gibi saçıp savuruyor, kendimiz için yaşıyor, bencilce davranıyoruz.
Bizim de artık görkemli evlerimiz, teknoloji harikası otomobillerimiz var.
Düne kadar takke-cübbe giyenler, boyunlarından kravatı çıkarmıyor. (Bendeniz oldum olası kravatlıyım zaten, kıyafeti hiç sorun yapmadım).
Sakallar önce kısaldı, sonra da “kirli sakal”a dönüştürüldü.
Böylece “sünnet”i “moda” ile buluşturduğumuzu zannederken, yüreklerimizin uzağına savrulduğumuzu fark edemedik.
Bir adım, bir adım daha derken, öyle bir “sath-ı mail”e girdik ki, kaymakla bitmiyor.
İnşallah bu hızlı kaymanın son durağı Cehennem olmaz!
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.