Her Seçimde Hüzünlenirim
Seçim günü güneşli, ılık, temiz, pırıl pırıl bir hava vardı. İnsanlar yollarda güzel elbiselerini giymiş şen şakrak konuşarak sandıklara doğru gidiyorlardı. Okul bahçesi de öbek öbek oturan ve tatlı tatlı sohbet edenlerle doluydu. Ama nedendir biliyorum, benim içimde yine hüzün vardı…
Tanıdıkların selam ve iltifatlarına, hal hatır sormalarına tabi ki güler yüz ve tatlı dille karşılık veriyor, onlara yansıtmamaya çalışıyordum, ama içimden oldukça hüzünlüydüm.
Neydi beni hüzünlendiren? Muhsin Yazıcıoğlu merhumun acı kazası mı?
O da vardı şüphesiz. Ama ondan da öte bir şey vardı. Bilgilerimin kozasında ördüğüm, fakat yaşanan gerçeklerle çelişir gördüğüm hayallerimdi, heveslerimdi, ideallerimdi…
Sevgili Peygamberimizin (s.a.v) Risaleti kendisiyle sona ermişti. Ama mürşitliği ve öğretmenliği ile beraber önderliği ve yöneticiliği de ümmeti aracılığıyla devam etmekteydi.
Yani bir İslam toplumunda İslam Devlet Başkanı ve atadığı adil ve yetkin yöneticiler, bir nevi Hz. Peygamber'in (sav) makamında oturarak onun görevini görmekteydiler.
Hiç şüphesiz adaletle hükmederek devleti ve toplumu yönetmek, devletin devamlılığı, mülkün temeli, toplumun huzur ve saadeti, ailenin korunması, bireyin temel hak ve hürriyetlerini gerçekleştirmenin teminatıdır.
İşte bu sebeplerden ötürü bir İslam toplumu oluşturmak kadar, bu toplumu yönetecek bir İslam devletini kurmak ve bunun için uzman elemanlar yetiştirmek de ümmete farz kılınmıştır.
Evet, Müslüman bir milletin fertlerinden, bireysel ve toplumsal meselelerine çözüm getirmesini bilen, söz sahibi, akıllı, bilgili ve erdemli kimselerin, temel ölçülerini İslam’dan alan bir sistem kurmaları, adalet, barış ve huzuru gerçekleştirecek bir yasama, yürütme ve yargıyı oluşturmaları, biz Müslümanlara, kaçınılması değil, ertelenmesi bile istenmeyen ilahî bir görev olarak verilmiştir.
Bu göreve, bu düzenin devamını sağlayacak vasıflı yönetici, hukukçu ve her ilim dalından alimler yetiştirecek eğitim ve öğretim kurumlarını kurmak da dahildir.
Evet, bu görev bize bir farzdır. Bilindiği gibi farz, yapılmasıyla Allah’ın rıza ve sevabının kazanıldığı, terk edilmesiyle günah kazanılarak cezanın hak edildiği, inkar edilmesiyle de kesinlikle dinden çıkmanın, -Allah korusun- küfre düşmenin gerçekleştiği dinî bir hükümdür.
Din ile devlet arasındaki bu yakın ilişkiyi Resulüllah (sav) Efendimiz şöyle açıklamaktadır:
“İslam ve devlet başkanı ikiz kardeş gibidirler. İkisinden birisi kardeşsiz olamaz. İslam binanın temelidir, devlet başkanı da bekçidir. Temeli olmayan yıkılır, bekçisi olmayan da zayi olur.” (Suyuti, Cem’ul Cevami, no: 82; Deylemi, I. 117. no: 396)
Gerek bu kesin hüküm, gerekse peygamber efendimizin, fethettiği her belde ve kavimlere, yada kendiliğinden gelerek İslam'a girenlere ilk iş olarak vali, hakim, tahsildar, öğretmen vs. ataması, idareci olmanın önemini, sevabını anlatmağa kafidir kanaatindeyiz.
Beldeler ve kavimler bir yana, Resulüllah (s.a.v) çölde yada yolculukta bile başı bozukluğu istemiyor, insanların üç kişi de olsalar aralarından birisini başkan seçmelerini şart koşuyordu:
“Çölde boş bir arazide bulunan üç kişiye kendilerinden birini emir seçip başlarına geçirmeleri gerekir.”( Ahmed, Müsned, 2/177)
“Üç kişi sefere çıktıkları zaman, kendilerinden birini emir (başkan) seçsinler.”( Ebu Davud, Cihad 80)
Peki bugün durum nedir?
Şimdi bir devlet var, ama başkanı İslamî olamaz. Yani haklarını, yetkilerini ve vazifelerini İslam hukukundan alamaz. Onları İslam hukuku değil, Hıristiyan kökenli laik batı hukuk belirler. Şahsen Müslüman olabilir, ama dinini devlete asla karıştıramaz. Çünkü bu büyük bir suçtur. Müslüman da olsa devleti bir dinsiz gibi yönetmek zorundadır.
Bu düşünce ve anlayış nerede, Sevgili Peygamberimiz (s.a.v)in şu düşünce ve anlayışı nerede: “İslam binanın temelidir, devlet başkanı da bekçidir. Temeli olmayan yıkılır, bekçisi olmayan da zayi olur.”
Şimdi bu ülkede ümmetin çocukları benim gibi bir seçime gidiyorlar. Amaç ne, yöntem ne, seçilen kim, beklenen nedir?
Biz neredeyiz, Sevgili Peygamberimiz (s.a.v) nerdedir?
İslam nerede, devlet nerdedir?
Temel nerede, bina nerdedir?
Bekçi nerede, mal nerdedir?
Bütün bunları düşündüğünüzde, içinizi kaplayan duygu nedir?
Kıvanç mı, hüzün mü?