Dostlar bize ne oldu böyle?
Benim yazma amacım geleneksel köşe yazıcılığından çok farklı... Ben çiçek-böcek, aşk-meşk, bahar-nehar, hadi bilemediniz sevgi-saygı, hürmet-merhamet yazıları yazarım...
Zaman zaman edebiyat, sık sık tarih... Allah güzellik adına ne bahşetmişse hayata, hepsi ilgi alanıma girer...
Politika çirkinleşti çirkinleşeli, çoktandır ilgi alanıma girmiyor. Bir bakıma boykot ettim! Hoş, onun da çok umurundaydı! Ama yazmıyorum elimden geldiğince. Güncel siyasetten bahsetmeyi sevmiyorum esasında... Ne bahsetmeyi seviyorum, ne de uzun uzun takip etmeyi...
İnsanları dilime dolayıp, veryansın etmek, zaten öteden beri tarzım değil... İsteyen polemikçiliğiyle övünebilir, bir laf yarıştırmayı vakit kaybı sayarım.
Buna rağmen sabrım taştı! Biz ne yapıyoruz dostlar, ne yazıyoruz günlerdir?
Türkân Saylan aşağı, Türkân Saylan yukarı! Annesi, Katolikmiş... Ne yapalım. Katolikler de, Protestanlar da, Ortodokslar da, Yezidiler de, ateistler de bu ülkede yaşama hakkına sahiptir. Saylan’ın kendisi de Katolik olabilirdi. İnanç farkı, saldırılara mazeret teşkil eder mi? Hasta Katoliklerin hastalığına “oh” mu çekmek lâzım? Hem “Fatih Sultan Mehmed, Hıristiyanları Müslümanlardan ayırmadığı, “öteki”leştirmediği için yeni bir çağ açtı” diyeceksiniz, hem de bir kanser hastasını “öteki”leştireceksiniz.
Türkân Saylan Hıristiyanlığı yayıyormuş, misyonerlik yapıyormuş. Siz de kendi dininizin misyoneri olun; dernekler, vakıflar kurun, daha fazla çocuğa burs ve imkân vererek onu geçin.
Elbette kimsenin suç işleme imtiyazı yoktur. Ama suç sabit olana kadar da herkes “masum”dur. Bu ilkenin hasıraltı edilmesinin en çok dindar Müslümanları mağdur ettiğini ne çabuk unuttuk. Hani, “düşene vurulmaz”dı dostlar, neden vuruyorsunuz?..
Biz değil miydik, şartlar ne olursa olsun daima mazlumun yanında yer almaya yemin eden “hakikatli” dindarlar?.. Biz değil miydik, “dövene elsiz, sövene dilsiz” dersi verenler?.. Biz değil miydik “Yaradandan dolayı yaradılanı” hoş görenler? Farklı düşünenleri aşağılamak, farklı giyinenleri yargılamak, farklı inananları sorgulamak yazılı mıydı lügatimizde?
Ağır ve yoğun kemoterapiden dökülen saçları yüzünden insanlarla dalga geçmenin, hastaya “Oh olsun!” demenin yeri var mıydı kitabımızda?
Kendisini taşlayanları bile “Onlar ne yaptığını bilmiyor” diyerek mazur gören, sevgili amcasını öldürenleri bir süre sonra affeden “Sevgi Peygamberi”nin ümmeti değil miydik biz?
Örneğimiz o şefkat-hamiyet manzumesi değil mi artık?
Her şey kendimizi “güçlü” hissedene kadar mıydı sahi?
Kendimizde “güç” vehmettiğimiz an, “güç odakları”nın bir türevine mi dönüştük?
Neler oluyor dostlar?..
Siyasal ve parasal anlamda güçlendiğimiz ölçüde, imanımız “güç” mü kaybetti?”
Ne oldu tüm hayatı içindeki canlı ve cansızlarla birlikte kucaklayan “sevgi” anlayışımıza?
¥
İleri derecede bir kanser hastasına, belki de ölüme mahkum bir kadına bu hışımla saldırının anlamı nedir? (İsnat edilen “suç” sabit bile olsa)... Yani tümü yalan mıydı “şefkat” ve “merhamet” üzerine attığımız nutukların?
Saldırdığınız kadına bir daha dönüp bakar mısınız: Avurtları çökmüş, elmacık kemikleri çıkmış, gözlerinin feri sönmüş, saçları-kaşları dökülmüş; sözün tam manasıyla bir deri bir kemik kalmış hasta bir kadın var karşınızda...
Ben baktım: Bakarken de geçmişini düşündüm: Buna rağmen içimde ne Ergenekon dalgalandı, ne intikam hissi uyandı; sadece merhamet hissettim ve şifa diledim. Çünkü müptela olduğu hastalığı çok yakından yaşamış biriyim.
Tamam, ezelden öfkelisiniz ona!.. Sizi çok kızdırmış, çok incitmiş, çok yormuş, çok ezmiş... Güç odakları yanında iken “Allah yarattı” demeden vurmuş ha, vurmuş!
Anladık, lakin “dindar Müslüman”la “sıradan Müslüman”, ya da “sıradan insan”ın farkı zaten burada kendini göstermiyor mu? Dindar Müslüman, ezilse de ezmemeli, yorulsa da yormamalı, dövülse de vurmamalı, incinse dahi incitmemeye dikkat etmeli değil mi?
Çünkü “Ahsen-i takvim” üzere yaşamayan insan da “Ahsen-i takvim” esası üzerine yaratılmıştır. En azından bu tarafına saygı gösterilmelidir.
İşte bu anlayış dindar Müslümanları diğerlerinden ayıran çizgidir.
O sevilmese de sevmeyi, anlaşılmasa da anlamayı, görmezden gelinse de görmeyi, tahammül edilmese de tahammül etmeyi, küçümsenmelere, incitmelere, aşağılamalara, kindarlıklara karşı sabretmeyi bilir...
Bediüzzaman’ın deyişiyle, “Cennet ucuz değil, Cehennem dahi lüzumsuz değildir!”
Başkaları Deniz Feneri’ne farklı, Ergenekon’a farklı bakabilirler... Bu konuda ve her konuda çifte standart kullanabilirler...
Deniz Feneri olayında mazlum olanları bile mahkum ederken, Ergenekon olayında “Ergenekon avukatlığı”na soyunabilirler... Bunlar bizi bağlamaz. Biz kendimize bakmalıyız. Biz çifte standart kullanmamalıyız.
Başkalarının yaptığının tersini, aynı ilkesizlik, omurgasızlık içinde yapmak, bizi de aynı noktaya götürür. İlkesizlikle eleştirdiklerimizin saflarına düşeriz.
Dostlar, “müstehak” bile olsalar, düşenlere düşkün hallerinde o kadar insafsızca vurdunuz ki, korkarım Allah’ın şefkatini tahrik edeceksiniz.
Oysa biz, hiçbirimiz hüküm mevkiinde değiliz!.. Öyleyse “cezalandırıcı” yahut “mükâfatlandırıcı” konumda da olmamalıyız.
Kendimizde nasıl bir güç vehmediyorsak artık, insanlar hakkındaki hükmü ne mahkemelere bırakıyoruz, ne de (hâşâ) Allah’a...
Karar verip infaz ediyoruz!
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.