Gerçek Din Âlimi Ömer Nasuhi Bilmen Diyor ki
Son 60 yıl içinde ülkemizde en fazla basılan, satılan, yayılan din kitabı, merhum Ömer Nasuhi Bilmen'in "BÜYÜK İSLÂM İLMİHALİ" adlı eseridir. Bu ilmihal Ehl-i Sünnet ve Cemaat Müslümanları için son derece değerli, faydalı ve önemlidir. Şimdiye kadar milyonlarca adet basılmıştır.
Bu feyizli kitap basıldığı ve satıldığı kadar okunuyor mu? Bu soruya evet demek zordur. Maalesef zamanımızda iyi niyetli Müslümanlar faydalı ve değerli kitapları alıyorlar ama doğru dürüst okumuyorlar, bunların içindeki kurtarıcı İslâmî ve ahlâkî bilgileri iyice öğrenip belleyip hayatlarına uygulamıyorlar.
Bu yazımda Büyük İslâm İlmihali'nin "Mukaddime"sindeki bilgileri, bir kısmını özetleyerek, bir kısmını aynen alarak okuyucularımın dikkatlerine sunmak istiyorum. (Kullandığım nüsha, 1957 tarihinde İst.Ahmed Said matbaasında basılmıştır. Bazı kelimelerin yanına köşeli parantez içinde sade Türkçe mânâlarını yazdım.)
"MUKADDİME: Dünyanın her tarafına yayılmış olan milyonlarca Müslüman, İslâm tarihinin ilk asırlarından zamanımıza kadar ibadetler hususunda ve muamelât ile ukubat gibi İslâm hukukunu teşkil eden mes'eleler hususunda dört büyük müçtehidden birinin mezhebine tâbi olagelmişlerdir.Bu dört müctehid şu zatlardır:"
(Bu girişten sonra Ömer Nasuhi Bilmen hocaefendi İmamı A'zam Ebu Hanife, İmamMalik ibn Enes, İmam Muhammed ibn İdris el-Şafiî ve İmam Ahmed ibn Hanbel hazretlerini kısaca anlatmakta, her birini saygı ile anmaktadır. Sonra satırlarına şöyle devam etmektedir...)
"Bu dört kudretli mübarek imamın mezhepleri Kitab, Sünnet, icmâ-i ümmet ve kıyas-ı fukaha üzerine kurulmuştur.
Kitaptan maksat, Kur'ân-ı mübindir. Sünnet'ten maksat, Peygamberimizin mübarek sözleri, işleri ve görüp de men' etmeksizin sükût buyurmuş oldukları şeylerdir. Peygamber Efendimizin, evvelce men' etmemiş olduğu bir şeyi görüp de ona karşı sükût buyurmaları o şeyin meşru olduğunu gösterir.
İcmâ-i ümmetten maksat, bir asırda bulunan bütün müctehidlerin, bir hâdisenin şer'î hükmü hakkında ittifak etmeleridir. Resûl-i Ekrem Efendimiz: 'Ümmetim dalâlet üzerine toplanmaz' buyurmuştur. Bir hadîs-i şerifte de 'Müslümanların güzel gördüğü bir şey Allah indinde de güzeldir' buyrulmuştur. Binaenaleyh Müslümanların dinî varlıklarını temsil eden bütün müctehidlerin bir mesele hakkında aynı re'y ve kanaatta bulunmaları o mesele hakkında şer'an muteber bir delildir, bir hüccettir.
Kıyas-ı fukahaya gelince, bundan maksat da: Bir hâdisenin Kitab ve Sünnet ile veya icmâ-i ümmet ile sâbit olan hükmünü aynı illete, aynı sebebe, aynı hikmete mebnî o hadisenin tam benzerinde de izhar etmekten ibarettir. Bu ikinci hadise hakkındaki hüküm de, güzelce düşünüldüğünde anlaşılır ki, yine Kitab ile veya Sünnet ile veya icmâ' ile sâbit bulunmuştur. Müctehid ise, yaptığı kıyas ile bu hükmü yeniden izhar etmiş, meydana çıkarmış oluyor.
Kıyas-ı fukaha, bir ictihad meselesidir. Bunun meşruiyeti, memduhiyeti (övülen bir şey olması) ise şer'an sâbittir. 'Fa'tebirû yâ üli'l-ebsar' emr-i Kur'ânîsi buna delildir. Resûl-i Ekrem Efendimiz, ümmetinin fukahası için böyle bir ictihadı câiz görmüş, tahsin buyurmuştur.
Nitekim Sahabe-i kiramdan Muaz ibn Cebel radiyallahu anh Yemen'e kadı tâyin olunmuştu. Peygamber Efendimizin: 'Yâ Muaz! Ne ile hükm edersin?' sualine 'Kitab ile hükm edeceğim, onda bulamazsam Sünnet ile hükm edeceğim, onda da bulamazsam ictihadımla hükm edeceğim' diye cevap vermesiyle Resul-i Ekrem hazretleri: 'Allah Teâlâ'ya hamd olsun ki, Resûlünün elçisini, Resûlünün râzı olduğu şeye muvaffak buyurmuş' diye memnuniyetini izhar etmiştir.
Binaenaleyh salâhiyetli zatların kıyas yolu ile ictihadda bulunmaları da şer'ân pek memduh (övülmüş) bulunmaktadır.
Kitab, Sünnet, icmâ-i ümmet ile kıyas-ı fukahaya 'Edille-i erbaa', 'Usûl-i erbaa' (dört delil, dört asıl)denir. Bütün müctehidlerin cumhuru bu dört delili kabul etmiş, bütün yüksek müctehidler, şer'î hükümleri bu dört delilden birine veya birkaçına istinad ettirmiştir (dayandırmıştır). Artık bu delillerin hepsini de kabul etmek bir vecibedir. Bu deliller insanların haklarını, vazifelerini bildiren İslâm hukukun inkişafını temine mahsus birer ulvî feyz ve hikmet menbaıdır (kaynağıdır). Müslümanların dinî hayatı bu dört feyizli hikmet ve maslahat kaynağından asla müstağni olamaz.
Yukarıda mübarek adlarını yazdığımız dört büyük imam, Müslümanlar hakkında bir rahmet-i ilahiyedir. Bunlar edille-i erbaadan dinî hükümleri çıkartmış, Müslümanlara takip edecekleri yolu açıkça göstermişlerdir. Artık bunlardan her hangisinin mezhebine uyan bir Müslüman, hak bir mezhebe intisab etmiş (bağlanıp uymuş), Peygamberimizin yolunda bulunmuş olur.
Bu pek muhterem müctehidlerin hepsi de dinî meselelerin esasında (temelde) müttefiktirler, aralarında bir ayrılık yoktur. Ancak ikinci derecede bulunan bir kısım fer'î meselelerde (uygulamaya ait ayrıntılarda) ihtilâf etmişlerdir. Fakat güzelce incelenirse görülür ki, bunların bir çoğu da zâhirî bir ihtilâftan başka değildir. Çünkü bu meselelerin bir çoğunda bu mübarek zatlardan biri bir azimet ve takva yolunu, diğeri de bir ruhsat ve müsaade yolunu ihtiyar etmiş (seçmiş), bu suretle Ümmet-i merhumenin (Allah'ın rahmetine nail olmuş Ümmetin) önünde geniş bir rahmet sahası açık bulunmuştur. İşte (ihtilafu ümmetî rahmeh=Ümmetimin ihtilâfı (çeşitliliği) bir rahmettir) hadîs-i şerifi ile buna işaret buyrulmuştur.
Evet... Düşünmeli ki, Müslümanlıkta ibadetlere, muamelelere ve saireye ait ne kadar çok meseleler vardır. Bunların hükümlerini, Kur'ân-ı mübin ile ahâdis-i nebeviyeden ve ümmetin icmâından bulup meydana çıkartmak, öyle her Müslüman için kolay bir şey değildir. Bu, pek büyük bir ihtisas (uzmanlık) işidir.
İşte bu yüksek müctehidler, bu vazifeyi mücerred (sadece)Hak Teâlâ'nın rızası için yapmış, Müslümanlara lazım olan bütün meseleleri açıkça bildirmiş, her asırda milyonlarca ehl-i İslâm'a rehber olmuşlardır.Artık, bu muhterem zatlarınİslâm milleti için ne büyük hizmetlerde bulunmuş olduğunda, bunların her türlü şükrana (teşekküre)layık bulunduğunda kim şüphe edebilir?
Bu kıymetli âlimler, büyük bir salâbet ve seciye ile, pek güzel bir niyet ile ictihad sahasında çalıştıkları içindir ki, isabet ettikleri (doğru hüküm verdikleri) meselelerden dolayı ikişer kat, isabet edemedikleri meselelerden dolayı da birer kat sevaba nâil olmuşlardır.
Şunu da ilâve edelim ki, bu dört müctehid-i izama ait dört mezhepten her birinin müntesipleri (onu kabul edip ona bağlanmış olanlar), kendi mezheplerinin daha doğru, daha isabetli, Sünnet'e, maslahata daha muvafık (uygun) ve daha elverişli olduğuna kail bulunurlar.Aksi takdirde o mezhebi ihtiyar etmelerinin hikmeti kalmaz.
Fakat bundan dolayı diğer mezheplerin kadrini azaltmak da akıllarından geçmez; bu dört mezhebin dördüne de hürmet ederler. Bu hürmet, Ehl-i Sünnetin şiarıdır.
Mâlumdur ki, İslâm hukukunu ihtiva eden ilme, fıkıh denir. Fıkıh, lûgatta bir şeyi hakkıyla, künhi ile bilmek mânâsınadır: İbadetlere, muamelelere, cezalara dair dinî hükümleri bildiren ilme, söylediğimiz gibi ilm-i fıkıh adı verilmiştir ki, yazdığımız İlmihal bu ilm-i fıkhın bir şubesi demektir.
Dinî hükümleri mufassal delillerden, yâni yukarıda yazdığımız edile-i erbaadan anlayıp çıkartmaya muktedir olan İslâm âlimlerinden her birine fakih, cemine (çoğuluna) fukaha denir. Müctehidler ise fukahanın en yüksek tabakasını teşkil ederler.
Dinî hükümleri tâyin ve beyan etmek salâhiyeti (yetkisi) bu kudretli fukahaya aittir. Hâfızalarında binlerce hadîs-i şerif, binlerce ilmî mesele bulunmuş olan bir nice munsif (insaflı) âlimler, dinî hükümleri tâyin hususunda sözü fukahaya bırakmış, bu pek ince, müşkül vazifeyi ifa (yerine getirmek, yapmak) için kendilerinde salahiyet görmemişlerdir.
Filhakika (gerçekten) mübarek isimleriyle sahifelerimizi tezyin etmiş (süslemiş, değerlendirmiş) olduğumuz dört büyük imamdan, muhterem müctehidden her birine tâbi olan zatlar arasında öyle ihatalı, mütefennin, kudretli âlimler vardır ki, her biri ilim ve irfan harikası iken ictihada cür'et göstermemiş, bu eimme-i erbaadan (dört din önderinden) birine intisabı (bağlanmayı, itaat etmeyi)kendisi için bir şeref bilmiştir.
Artık mahdut (sınırlı) bilgili kimselerin kendilerinde böyle bir salahiyet görmeye nasıl hakları olabilir?
Evet... İtiraf etmeliyiz ki, biz şer'î meselelerin, hâdiselerin, hükümlerini öteden beri âmmenin kabulüne mazhar olmuş olan o büyük müctehidlerden öğrenmek mecburiyetindeyiz. İctihad iktidarını hâiz olmayan (ictihad yapma gücüne sahip olmayan) kimselerin dinî meseleler hakkında -müctehidlerin mezheplerine aykırı olarak- kendi anlayışlarına göre hükm etmeleri, kendi düşüncelerine göre cevap vermeleri 'indillah (Allah katında) pek büyük mes'uliyete (sorumluluğa) sebep olacaktır. Böyle bir kimse, vereceği cevapta isabet etse bile, bilmeksizin cevap vermiş olacağı cihetle, yine mes'uliyetten kurtulamaz. Nitekim bir hadîs-i şerifte: "Sizin ateşe atılmaya en cü'retkârınız, fetvâya, yâni şer'î meselelere dair cevap vermeye en ziyade cü'ret gösterenenizdir" meâlindedir.
Bir kere düşünelim, bir kimse meselâ tıbba, riyaziyeye (matematiğe) veya hey'et ilmine (astronomiye) dair bilgisi olmadığı takdirde bunlara ait söz söylemeye, yazı yazmaya cesaret edemez. Cesaret edecek olursa büyük hatâlara düşmüş, kendini teşhir etmiş olur. Artık bu ilimlerden daha geniş ve ehemmiyeti (en önemli oluşu), mes'uliyeti (sorumluluğu) daha büyük olan dinî ilimlere dair kâfî (yeterli) derecede mâlumatı (bilgisi, birikimi) olmayan kimselerin söz söylemeye, cevap vermeye cür'et göstermeleri nasıl doğru olabilir? Böyle bir cür'et büyük mes'uliyetleri celb etmez mi?
Yine bunun gibi, insanların yapmış oldukları kanun maddelerini bilmeyen kimselerin bu maddeler hakkında gelişi güzel söz söylemeleri, bunların nelerden ibaret olduğunu ve nasıl tatbik edileceğini (uygulanacağını) tâyine kalkışmaları asla doğru görülemez. O halde bir Kanun-i İlâhî olan dinin (İslâm'ın) yüksek hükümleri hakkında lâyıkı ile bilgileri bulunmayan kimselerin söz söylemeye, cevap vermeye kalkışmaları nasıl doğru olabilir? İnsan bunun mânevî mes'uliyetini düşünerek titremelidir. Maddî menfaatler, yüz gösterecek olan mes'uliyetlere asla tekabül edemez.
Eğer dinî hususlarda herkes, âmmenin kabulüne mazhar olmuş bulunan muhterem bir müctehide tâbi olmaz da, kendi düşüncesine göre söz söyleyecek olursa, halk dinin ulvî mahiyetini gaib etmiş, büyük bir dalâlet (sapıklık) içinde kalmış olur. Nitekim böyle zulmetli bir hal geçmiş ümmetlerden bir çoğunun başına gelmiştir.
İşte bunun içindir ki, İslâm milleti, böyle bir dalâlete düşmemek için öteden beri dört muazzam müctehidden birine tâbi olmuş, onu rehber ittihaz etmiş (kılavuz olarak tanımış ve kabul etmiş), o sâyede mânevî mes'uliyetten kurtulmak çaresini elde edebilmiştir.
Velhâsıl: Bu dört müctehidin büyüklüğünde, onlara mensup dört mezhebin hakkıyetinde cumhur-i müslimînin ittifakı vardır.
Bu dört mezhebten başkasına uyulmaması hakkında da yine âmme-i Müslimînin âdeta bir ittifakı mün'akid olmuştur.
Çünkü bu dört mezhebi te'sis eden dört müctehidden her biri, Asr-ı Saadet'e yakın bir zamanda yetişmiş, büyük bir ilim ile, güzel ameller ile, fevkalâde bir zekâ ile muttasıf bulunmuş, eserleri zamanımıza kadar mahfuz kalmış (korunarak gelmiş), asırlardan beri bütün Müslümanların teveccühlerine nâil olmuşlardır. Artık bu sâyede Müslümanların arasında fazla ihtilâf kapısı kapanmış, tam salâhiyet sahibi olmayanların ictihada kalkışmalarına meydan kalmamıştır.
Ara sıra yüz gösterecek bazı hadiselerin, mes'elelerin hükümlerini tâyin hususunda ise bu dört müctehidden birinin takib etmiş olduğu esasa, va'z ü iltizam etmiş olduğu usûle müracaat kâfidir. Bunlara tevfikan dinî ilimlerde iktidarları, faziletleri müsellem olan zatlar tarafından bu gibi hadiselerin, mes'elelerin hükümleri hal ve tâyin edilebilir.
Bu dört muhterem müctehide "Eimme-i Erbaa', İmam-ı A'zam'dan başka üçüne de "Eimme-i selâse" denir. Allah Teâlâ hazretleri hepsinden razı olsun. Âmin..." (Ömer Nasuhi Bilmen'in Mukaddime'si burada tamamlandı.)
(Bu konu ile ilgili tahlillerimi yarınki yazımda arz edeceğim.)