Bir azizemiz olmayacak mı?
Manzara, evveliyatını ve zamirini araştırmayanlar için yürek yakıcı idi. Yaşlı ve hasta bir kadının evini polisler didik didik ediyordu. Gazeteler, hayatını eğitime ve bilhassa genç kızların eğitimine adamış hasta ve yaşlı bir kadının böyle bir muameleye tâbi tutulmasına sütunlarında geniş geniş yer verdiler. O an sandım ki, Vatikan, bu hasta ve yaşlı hanımı azize ilân etmemek için kendini zor tutuyor.
“Azize Türkan/Sent Turkan” kulağa âhenkli gelmiyor mu? Soyadını da eklerseniz daha da âhenkli oluyor sanki! Üsküp’te doğmuş Rahibe Teraza’dan sonra, İstanbul’da tevellüd etmiş Türkan kadın...
Vatikan’ın Türkan hanıma bu sıfatı verip vermeyeceğini bilmemiz mümkün değil elbette. Her ne kadar Kiliseler Birliğinden destek aldıklarını söyleseler de, yapıp ettikleri, insan ilişkileri, insanlara bakış tarzları onları da tatmin etmemiş olmalıdır. Elbette dinî kimliğinin ne olduğunu onlar bizden daha iyi biliyorlardır.
Yani anlayacağınız, onu “onurlandırmak” yine bizim basın yayıncılara kaldı. İşte iyi ve olumlu işler: Eğitime destek vermek. Özellikle genç kızların okumasını sağlamak için çalışmak. Bunun için güçlü kampanyalar yapmak...
Bunlar inkâr edilemeyecek önemde işler. Elbette bunu yapanlar fedakârdır, faziletlidir, her türlü övgüye lâyıktır. Objektif olarak böyle bakmak lâzım.
Türkiye’de eğitime destek veren sadece bu hanımın derneği mi peki? Neden diğer eğitim amaçlı yaygın faaliyet gösteren kuruluşlar bu mazhariyete sahip olamıyor? Hatta zaman zaman onlarla ilgili karalama kampanyalarına şahit oluyoruz?
Türkan hanımı azizeleştirme süreci devam ediyor. Konserler filan veriliyor, eli öpülüyor. O da konuşmalar yapıyor...
Meğer yazı da yazıyormuş. Bir kaç gün önce Radikal’de yazısını görünce, hemen okumak ihtiyacını hissettim. Belki nâdir bulunur bir hanım mütefekkir ile karşılaşacaktım. Hem de eğitim gibi hepimizi ilgilendiren bir sahada...
Yazıyı okuduktan sonra, Türkiye’de eğitim, onun tabiriyle “maarif” sahasında gerçekten düşünmüş ve yazmış büyük bir fikir adamı hatırıma geldi: Nureddin Topçu.
Şöyle diyor Topçu: “Öğrenmek zekânın, yapmak ahlâkın işi...”
Evet, öğrenmek, öğrendiğini derinleştirebilmek zekâyla ilgili ve insanlar zekâlarıyla çalışma azimlerini birleştirerek bir derya olabilirler. Fakat iş “yapma”ya gelince, işte orada bir seçim var. İyi var kötü var, doğru var yanlış var, güzel var çirkin var, faydalı var zararlı var, yaşatıcı var öldürücü var... Bilgini şeytanlık için de kullanabilirsin, iyilik için de. Soygun da yapabilirsin, can da kurtarabilirsin.
İnsanın maddesini bilgiyle güçlendirmek yetmez. İnsan sadece fizikî bir varlık değildir, onun bir de maneviyatı vardır. İşte terbiye o zaman gerekir. Terbiye mutlaka ahlâkı ihtiva etmelidir. O yüzden insanlar eğitimli oldukları hâlde terbiyeli olmayabilirler!
Neyi, neden ve nasıl yapacağız? Bu seçimli, iradî iş, ancak ahlâk kavramı ile birlikte düşünülebilir.
Ahlakilik, işin özü. Burada ahlâkın izafiliğini, değişkenliğini filan öne sürmenin anlamı yok. Bildiğini doğru olarak aktarmak, bir ahlâk konusu değil midir?
Türkan hanımın zayıf noktası yazıda bütün çıplaklığı ile ortaya çıkıyor. Kaba tertip ideolojik çarpıtmalardan ibaret bir yazı. Bu uğurda iptidai yalanlara başvurmaktan bile kendini alamıyor.
Mesela onun adını hiç unutmadığı bir Millî Eğitim Bakanı varmış: Tevfik İleri. Neden unutmadığının sebebini de anlatıyor. O okurken, liseler bir yıl uzamış ve bu yüzden geç mezun olmuş. Bu önemli değil, Tevfik İleri, sözcüklerin öztürkçeleri yerine arapça farsçalarının kullanılmasını buyurmuş.
“Örneğin Türkiye Büyük Millet Meclisi, artık ‘Meclisi Mebusan’ olmuştu. ‘Sözcük’ ‘kelime’ye, ‘ilerleme’ ‘terakki’ye dönüşmüştü, diğerlerini söylemek yazmak yasaktı. Birçok Osmanlıca sözcüğü bu dönemde öğrendik. En komik olanı da ‘olay’ yerine ‘fenomen’ diyebilirdik (!)”
Yazının sadece bu cümleleri bile, Türkan Hanım’ın tahrikçi, kindar kimliğini ortaya koyuyor. (Vatikan bile kindar bir kişiyi azize ilân edemez!)
Madde bir: Hiç bir değişiklik, özel isimleri değiştirmez. Dolayısıyla, özel bir isim olan Türkiye Büyük Millet Meclisi asla Meclisi Meclis-i Meb’usan olmaz; aynı şekilde Meclis-i Meb’usan’ı da Büyük Millet Meclisi yapamayız; hiç bir Bakan böyle bir emir veremez. Nasıl farsça olan Türkan ismi, öztürkçeciliğe dönünce Türkler’de çevrilmediyse, böyle bir değişiklik de sözkonusu olamaz.
Madde iki: 1950’lerde “sözcük” diye bir kelime yoktu. Nitekim, Dil Kurumu’nun 1955’te basılan sözlüğünde de “sözcük” mevcut değildir. O zamanlar kelime yerine “tilcik” uydurulmuştu, tutmadı. “Sözcük” ancak 1970’lerde kullanılmaya ve sözlüklere girmeye başlamıştır. Türkan hanımın komik bulduğu diğer örnekler için de ciddiyet testine ihtiyaç vardır. Peki bu bir hafıza yanılması olabilir mi? Olabilir. Fakat, konuşurken hata yapmak mümkündür, yazıya geçirilirken hafıza yanılmaları süzgeçten geçirilmeli ve hatadan dönülmelidir.
Peki Türkan hanım inandırıcılığını yitirdiğine göre, gerçekte neden Tevfik İleri’yi kötü bir isim olarak hatırlamakta ve bize sunmaktadır?
Cevap: Tevfik İleri Türkan hanımın nefret kutbu olmayı hak etmiş bir Millî Eğitim bakanıdır.
Neden? Bunu açıklamaya yerimiz kalmadı. Yarın devam edeceğiz.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.