Yavuz Bahadıroğlu

Yavuz Bahadıroğlu

Tarihin içinden geçmek

Tarihin içinden geçmek

Moral FM Radyosu tarafından üçüncü kez organize edilen “Devlet Ektiğimiz Topraklara Yolculuk” konulu iki gezide rehberlik yaptım. Tabii benim yaptığıma “rehberlik” denilebilirse… Çünkü devlet ekilen topraklarda (Domaniç, Söğüt, Bilecik, Bursa) tarihin içinden geçerken, kendimi öylesine kaybediyorum ki, sürenin kısıtlı olduğunu, zamanın hızla akıp gittiğini unutuyorum.
Biz o gezilere katılan dostlarımızla, bir gün hiç ara vermeden tarihin içinde yürüdük. İnsan tarihin içinde yürürken, zamanın kalp atışlarını duyar gibi oluyor. Gezip görmenin okumaktan çok farklı olduğunu o zaman anlıyorsunuz.
Bu topraklara ekilen fedakârlığı, kararlılığı, cesareti hatırlarken, yoklukta varlık inşa etmek anlamına gelen Çanakkale Zaferi’ni ancak kavrayabiliyor insan. İşte o zaman tüm yorgunluğunuzdan sıyrılıp yeni bir başlangıç yapabiliyor, hayata tarihin eliyle yeniden tutunabiliyorsunuz.
Tarihin içinden geçerken, hayal hayatın içine giriyor: “İşte şurası Osman Gazi'nin kardeşi Gündüz Bey'in oğlu Bayhoca’nın gençliğini devletin temeline katıp henüz 15-16 yaşlarında şehid olduğu yer…”
“Şu tümsek, Osman Gazi’nin öteki yeğeni, Sarıyatı Savcı Bey’in oğlu Aydoğdu’nun ‘oluş’ emeline canını kattığı yer…” Tarihin içindeki yürüyüşümüzde, her şey bu kadar gerçektir.
İlk durak Bursa... Sabah namazını Ulucami’de kılıp, tartışmasız bir “Hat Sanatları Müzesi” olan Ulucami hakkında erbabından bilgi alıyoruz. Ulucami’den sonra Tophane semtindeki türbelerinde yan yana ebediyeti uyuyan Osman ve Orhan Gazi’yi ziyarete gidiyoruz.
Artık sıra, Bursa’nın “Eba Eyyüb’ü” sayılan Emir Sultan türbesindedir... Sevgili eşi Hundi Fatıma Sultan’ın yaptırdığı türbe ile camiin avlusunda dururken, insan, aşkın ferman dinlemezliğine dokunur gibi oluyor.
Emir Sultan (1367-1429) zahiri ve Batıni ilimleri hem hatmetmiş, hem de hazmetmiş bir deryadır. O kadar ki, Yıldırım Bayezid, onu Molla Fenari’den dinleyip gözlemledikten sonra, “Bize böylesine âlim ve fazıl bir damat gerektur” diyerek kızını vermiştir.
Oradan, Ankara Savaşı’nda darmadağın olan Osmanlı Devleti’ni yeniden derleyip toparlayarak adeta ikinci kez kuran Çelebi Mehmed’in sanat harikası “Yeşil Türbe”sine ve Yıldırım Padişah’ın kendi adıyla anılan camisine geçiyoruz. Kulaklarımızda dönemin Bursa Kadısı Molla Fenari’nin Yıldırım Padişah’ı ürperten sesi var: “Terk-i cemaat cerh idüğün şuyu’ bulmağılen, şehadetun caiz değildur!” (Cemaate devam etmediğin için şahitliğini kabul edemem).
Osmanlı ulemasının sadece halkın değil, siyasi iradenin de üstünde etkili olduğunu bu azarlamadan çıkarıyorsunuz. Aynı anda Osmanlı Devleti’nin hızlı büyümesinin sırrını da çözüyorsunuz. İlim ve alim baş tacıdır.
Bursa’da tarihi bir mekanda mükellef bir kahvaltı sonrasında, ver elini Domaniç... Her nal izinde Osmanlı’nın şahlanışını koklaya koklaya Domaniç’in Çarşamba Köyü’ne ulaşıyoruz. Osman Gazi’nin Ninesi “Hayme Ana” (Öteki adıyla “Devlet Ana”) bu köyde yatıyor. Eşi Gündüz Alp’in vefatıyla boşalan beylik postuna dört oğlundan ufku en geniş olan Ertuğrul’u seçmek suretiyle ileri görüşlülüğünü ispatlamış, devletleşme sürecine en büyük katkıyı bu isabetli seçimi sayesinde yapmış, sonra kıyamet uykusunu uyumaya çekilmiştir. Hayme Ana, içinden devlet geçen yüreğinin yanına koyduğu emeğini amacının hizmetine vermiş müstesna bir Türk annesidir.
Domaniç’ten Söğüt’e yol tutuyoruz. Söğüt “türeyiş” bölgemiz. Âleme oradan kök saldık. Devlet hayalimizi ilk orada kurmadık, ama kuşkusuz ilk o topraklara ektik, o toprakları üs yaparak ilk fetihlerimizi gerçekleştirdik. İnsan Söğüt’de Osmanlı tarihinin en başında yürüdüğünü fark ederek ürperiyor. Adımlarınızı, en erken “vatan” olan bu toprakları incitmekten korkarak Ertuğrul Gazi türbesine gidiyoruz. Duvarlarında Yunan işgalinden kalma mermi izleri var. Türbenin her taşında bir tarih okuyoruz.
Sonra gözümüz türbenin çevresindeki sıradan mezarlara ilişiyor. O mezarlarda uyuyan âşina isimlerde saklı “Yürek Devleti”ni, “Şefkat Devleti”ni, “İnfak Devleti”ni kucaklıyoruz.
Turgut Alp, Saltuk Alp, Aykut Alp… Osman Gazi’nin cıva gibi akıcı, ateş gibi yakıcı, ama aynı zamanda yürek gibi sarıp sarmalayıcı akıncı beyleri… Onları tanıyorum. Duygularım zirve yapıyor. Hayatlarını yazarken, yıllarını paylaştığım kurucuların mezarı başında nutkum tutuluyor.
“Sunguroğlu” namıyla maruf Aykut Alp’in mezarında yoğun ve karmaşık duygular yaşıyorum. Torunum Yavuz Bahadır’la birlikte mezarın iki yanına durup Fatiha eşliğinde bir fotoğraf çektiriyoruz.
“Sunguroğlu” isimli ilk romanımın daha gazetede yayınlanma aşamasında iken gördüğü büyük ilgiyi bütün tazeliğiyle hatırlıyorum. Adeta yer yerinden oynamıştı. Bu yüzden uzadıkça uzadı. Okuyucu onda kendini bulmuş, tarihini bulmuş, hasretini bulmuş, bu yüzden ayrılmak istememişti. Sunguroğlu bir “Hasret Adam”ın hikâyesiydi. Devamını yazmam için hâlâ zorluyorlar. Kim bilir, belki bir gün…
Söğüt’de güzel bir yemek ve tekrar yol… Bu seferki durağımız Bilecik. Yolda ilk Osmanlı kadısı Dursun Fakih’i selamladıktan sonra Şeyh Edebali türbesine geliyoruz. Osman Gazi’ye dersleri ve öğütleriyle yol gösteren Mevlana yürekli alperenimiz, çağları aşarak, Osman Gazi ile birlikte, bizi yönetenlere de sonsuzluğun sırrını fısıldıyor: “İnsani yaşat ki, devlet yaşasın!”
Yaşatın ki insanı…
NOT: Benim rehberliğimde gerçekleşecek olan bu tarih içindeki geziye, isteyen herkes katılabilir. Kayıt ve bilgi için telefonlar: 0212 652 76 66--0212 551 32 25

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Yavuz Bahadıroğlu Arşivi