Menderes idama giderken okunan Kur’an
27 Mayıs’la ilgili pek çok hatırayı okumuş ve dinlemişsinizdir. Ne kadar okunur ve duyulursa duyulsun, böylesine gayri insanı vahim hadiseler, canlılığını korumalı ve millet olarak ders almalıyız. Bu sebeple ben de bir hatırayı nakletmek istiyorum.
O günleri yaşayanlardan dönemin Tahkikat Komisyonu Başkanı A. Hamdi Sancar İmralı’ya gidişlerini şöyle anlatır:
“Biz idamlıkları arkadaşlarımızdan ayırdılar, ellerimizi arkadan kelepçeli olarak, iskelede bekleyen hücumbotun dar bir kamarasına indirildik. Merhametsizliğiyle ün yapan Sarı Teğmen de başımızda. Bir ara üzerimizde bel kemerinden mendile, saatten kaleme ve deftere kadar ne varsa alacaklarını ve bir paket yaparak, yarın mirasçılarımıza teslim edilmek üzere göndereceklerini söyledi.
Emir, emirdi. Dediğini yapmaya başladık. Cep defterimin arasında bir buçuk yaşında torunum Serhat’ın bir resmi vardı. Sıra ona gelince teğmene; ‘Bunu bana bırakmasını ve son gecemi onunla beraber geçirmek istediğimi’ söyledim. Fotoğrafı hoyratça elimden aldı ve muzaffer bir kumandan edasıyla, ‘Öbür dünyada beraber kalırsınız’ diye gürledi.
Rahmetli Zorlu, Yassıada’da çok zayıflamıştı. Onun çektiği çilelere başka kimse dayanamazdı zaten. O da eşyalarını teğmene veriyorken, bir ara durdu, pantolonunun zayıflayan bedenine göre bollaşan kemer kısmını göstererek; ‘Kayışsız bunu nasıl tutarım, müsaade etseniz bari’ dedi.
Sarı Teğmen, kayışın tokasından tutarak sert bir çekişle Zorlu’nun üzerinden sıyırdı ve aldı. Zorlu irkilmişti, fakat her zamanki vakur ve cesur edasıyla hemen toparlandı, pantolonun bel kısmını birbiri üzerine kıvırarak darlaştırdı ve içine soktu. Sonra mağrur bir bakışla teğmene dönerek; ‘Zararı yok, bunun da çaresini bulduk’ dedi.
Çamurlu, kireç kokulu, mezar gibi dar ve loş bir hücrede ellerimiz arkadan kelepçeli, tam bir gece boyu kaldık. İdam için sıramızı bekliyorduk. Garip gelecek amma, alışmıştım da, ölümle bir nevi dostluk kurmuştuk. Bu alışkanlıklar sayesinde idam gecesi rahattım. Hatta inanılmaz birkaç saniye kestirdim de. Artık tam sıra bana geldi diye düşünüyordum ki, bir teğmen hücreye girdi ve ‘Geçmiş olsun, cezan müebbete çevrildi’ dedi.
Birkaç saniye donakaldım. Sonra bu ruh ve beden buzulu çözülmeye başladı, eridi, kurtulduğuma çok seviniyordum, hem hayat o kadar tatlı idi ki, kalan ömrümüz hep o hücrede geçecek de olsa yine de tatlı. Hissettiklerim buydu.
Menderes’in idamına gelince; 17 Eylül öğle sıraları idi. Subaylar sağa sola koşuşturuyorlardı. Olağanüstü bir şeyler vardı. Hırslı bir subay koğuşun kapısını açarak; ‘Herkes yatağına girsin ve pencereden dışarı kimse bakmasın’ diye gürleyerek uzaklaştı. Menderes’in İmralı’ya getirilmiş olduğunu anladık. Bir ölüm sükûnu çöktü. Şüphesiz asacaklardı. Zorlu’yu, Polatkan’ı asanların onu sağ bırakmaları beklenemezdi.
Hepimiz bu müthiş saniyelerin kahredici heyecanının yaşıyorduk. Bir ara önümüzdeki binaların arkasından yüksek bir sesle yazılı bir şeyi okunduğu duyuluyordu. Ama söylenenler anlaşılmıyordu. İdam formalitesi olarak hüküm hulasasının Menderes’in yüzüne karşı okunmakta olduğu tahminine vardım. Yüreklerimiz göğsümüzden fırlayacak gibi atıyordu. Sanki zaman durmuş, güneş sönmüştü.
‘Allah... Allah...’ diye bir ses duydum. Arkasından gökyüzünde dolaşan bir tek bulut sanki birden eridi, yağmur oldu, boşandı, tabiat ağlıyordu, melekler gözyaşı döküyordu. Dışarıdan motor sesleri gelmeye başladı. Demek ki, Menderes’in aziz naşı götürülüyordu.
Arkadaşımız Kirazoğlu yanık ve davudi sesiyle Kur’an’dan bir sure okumaya başladı. Gelen subaylar mani olmak istediler fakat artık onları dinlemiyorduk. Kirazoğlu okumasına devam etti.
Biz de İslamiyet’in ilk günlerinde Mekke müşriklerinin korkusundan mağaraya sığınarak ibadet yapan ilk Müslümanların huşuu içinde o lahuti sesin ihtizazları içinde eriyorduk sanki. Artık bu dünyada Menderes yoktu. Artık bu milletin mazlum ve masum evlatları öksüzdü. Hepimiz öksüzdük. Dilerim bu milletin çilesi orada bitmiş olsun.”
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.