Ayasofya’da Cuma namazı kılmak
“Ekânim-i Selâse Kilisesi”, Büyük Kilise” ya da “Yeni Sion Kilisesi”… Kısacası Ayasofya… Mana olarak, “Kutsal hikmet”…
Bizans İmparatoru Constantin’in (324-337) oğlu Constantinius (337-361) tarafından babasının vasiyeti üzerine inşa edildiğinde tarihte takvimler 15 Şubat 360’ı gösteriyordu. Ama 20 Haziran 404 tarihinde çıkan bir yangında tamamiyle harap oldu. Onarılıp 8 Ekim 415 tarihinde ikinci açılışı yapıldı fakat Bizans özensizliği 13/14 Ocak 532 gecesi Ayasofya’yı ikinci kez yakıp kül etti.
Bunun üzerine dönemin Bizans İmparatoru Justianus (527-565), Anadolu’nun birçok inşaat merkezlerine haber göndererek, antik devirden kalan eski eser harabelerinden, kıymetli inşaat malzemelerini başşehir İstanbul’a göndermelerini emretti.
Ayrıca bugünkü Aydın ilimizden Tralles şehrinden Mimar Anthemios, yine Aydın ilimizin Miletos şehrinden Mimar İsidoros İstanbul’a davet edilerek yangına ve depreme dayanıklı bir mabet inşa etmeleri istendi. Böylece; Mısır’dan Heliopolis’ten, Ayaslık’tan Arthemis Mabedi’nden, Kapıdağ Yarımadası’ndan, Suriye Baalbek’ten değişik renkte mermer ve sütunlar getirttirilerek Ayasofya inşa edildi.
27 Ekim 537’de Ayasofya’nın üçüncü açılışı İmparator Justianus tarafından muhteşem bir törenle yapıldı. İmparator, açılış konuşmasında Hz. Süleyman’ı kastederek: “Süleyman, ben seni de geçtim, senin mabedinden daha büyüğünü yaptım” şeklinde sözler sarf etti.
Bu kibirlenme ve böbürlenmenin faturası 20 yıl kadar sonra çıktı: 07 Mayıs 558’de meydana gelen büyük bir depremde Ayasofya’nın kubbesi çöktü. İmparator Justianus hâlâ Bizans tahtında oturuyordu. Çaresizliği derinden yaşadı. Kubbe biraz daha yükseltilerek onarıldı ve 24 Aralık 562 tarihinde Ayasofya’nın dördüncü resmî açılışı yapıldı.
Bu kubbe de 869 tarihinde çatladı. Ciddi bir onarımdan geçti. 26 Ekim 986 tarihinde meydana gelen depremde, kubbenin bir kısmı yine çöktü ve ikinci defa onarımdan geçti. 19 Mayıs 1346 tarihinde ise sebepsiz olarak doğudaki baş kemer ile kubbenin bir parçası göçtü. Onarımı ancak 1354 yılında, o da halkın yardımıyla gerçekleştirilebildi.
Bizans İmparatoru Justianus zamanında, yani 537-562 yıllarında, Ayasofya’da 425 papaz, 100 kapıcı, ve 275 diğer personel olmak üzere, toplam 800 personel çalışıyordu.
29 Mayıs 1453 tarihinde İstanbul fethedilip Ayasofya camiye çevrilince, ilk iş olarak ciddi bir onarımdan geçirildi. İstinat duvarları güçlendirildi, payandalarla kubbe kuvvetlendirildi, minare ve mihrap ilâve edildi.
Tarihçi Dukas’ın anlattıklarına bakılırsa, İstanbul’un fethinin yaklaştığını ve şehrin düşeceğini anlayan yerli halk, bütün kadın ve erkekler, rahip ve rahibeler Büyük Kilise’ye yani Ayasofya’ya sığınmışlardı. Bunun sebebi kahinlerin, Türklerin askeri kuvvetle şehre gireceklerini söylemeleriydi…
Şehre girecek, Büyük Konstantin Sütununa (Stavros Sütunu=Çemberlitaş) kadar ulaşacaklar, herkesi keseceklerdi! Bu katliamdan sadece Ayasofya’ya sığınanlar kurtulacaktı.
Bu inanç o kadar yaygındı ki, en başta Bizans’ın anlı şanlı papazları, zenginleri ve önderleri Ayasofya’ya sığınmışlardı.
Mâbedin alt ve üst katları, avluları ve her bir yeri işgal edilmişti. Mâbed dolduktan sonra, içerdekiler kapıları kapadılar; kurtuluşlarını mâbedin kerametinden bekliyorlardı. Fatih düzenlenen tören alayı ile şehre girince, kuvvetli bir rivayete göre doğruca Ayasofya’ya gitmiştir.
Tursun Bey, “Ayasofya nam kiliseyi görmeye rağbet etti” diyor. Müverrih Âlî, “Fatih’in hemen şehre girmesindeki isticali Ayasofya nam kenise-i azimeyi mâbed-i ehl-i İslâm etmeğe mütehâlik” (Fatih’in şehre girmekte acele etmesinin sebebi, Ayasofya’yı bir an önce camiye dönüştürme isteğiydi) olduğunu söylüyor.
Fatih, Ayasofya’nın avlusunda attan indi. Bir süre kilitli kapıların açılmasını bekledi. Sonra içeri girdi. Titreşen kalabalığı teselli ettikten sonra, mabedin Cuma namazına hazırlanmasını emretti. Bizans’a Fatih’le birlikte giren tarihçilerimizden Tursun Bey Ayasofya’nın harap olduğunu yazıyor:
Tursun Bey’e göre, Fatih, Ayasofya’yı tepeden tırnağa gezmiş, “…binay-ı hasisün tevabi ve levahikin harab u yebab görmüş” (yıkık ve harap) bunun üzerine Sadî’nin meşhur Farsça beytini mırıldanmıştır: “Perde-dârî mî küned der tâk-ı kisrâ ankebût/Bûm-i nevbet mî zened der kal’a-ı Efrâsiyâb.” (“Örümcek Kisrâ’nın penceresinde perdedarlık yapıyor/Baykuş Efrasiyab’ın kalesinde nöbet tutuyor”).
Ondan sonra Fatih’in emriyle ezan okunmuş, Fatih, Ayasofya’da iki rekat şükür namazı kılmıştır. Bizans tarihçisi Dukas, Ayasofya’da ilk ezanın okunmasından ve ilk namazın kılınmasından duyduğu ıstırabı şöyle dile getiriyor:
“Adem-i meşruiyetin veledi, Deccal’ın mübeşşiri, mihraptaki mukaddes din taşının üstüne çıkarak, namazını kıldı… Nedir bu nekbet? Heyhat, nedir bu dehşet veren acibe! Eyvah ne olacağız? Vay vay, neler görüyoruz? Altında havarilerin ve şehitlerin mübarek bakiyeleri medfun bulunan bu mukaddes mihrap üzerinde bir Türk, bu mihrabın üzerinde bir dinsiz!..
“Ey güneş titre! Allah’ın kuzusu nerededir? Bu mihrap üzerinde kurban olan, yenilen ve hiçbir zaman tükenmeyen Babanın oğlu nerede? Hakikaten fasit bir neticeye vardık, günahlarımızdan dolayı bizim ibadetimiz, diğer milletlere nispetle, hiç nazarı itibara alınmamıştır.
“Allah’ın hikmeti namına bina olunan, Ekânim-i Selâse Kilisesi, Büyük Kilise ve Yeni Sion adlarını almış olan bu mâbed, bugün barbarların ibadet yeri ve Muhammed’in evi adını aldı ve öyle oldu. Ey Cenab-ı Hak verdiğin hüküm adildir! Çünkü biz bu zılleti hakkettik.”
01 Haziran, Ayasofya’da ilk Cuma namazı kılınmasının 556. yıldönümüydü. Hatırlayanımız olmadı. Benim hatırlayıp hatırlatmam ise, “Tarihi bırak, günümüzde olup bitenleri yaz” diye azarlanıyor. Ya sabır!
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.