Nükte
Eskiler, “nükte, zekânın tatlı tadı kaşınmasıdır,” dermiş. Zeka kaşınınca da genellikle dile dökülürmüş. Allah korusun bu da çoklarının başını yemiş.
Sürekli okumak, düşünmek, konuşmak ve yazmakla var olan zeka ve hafızalarını işleten ve geliştirenlerde, çok ince nükteler, incir ağacındaki ballı lokmalar gibi kendiliğinden olur. Bunların bir kısmı hoş olsa da, çoğu insanların bir noksanına işaret olduğundan, dince hoş karşılanmayabilir.
Evet, nükte ve şaka diye hiç kimsenin kişiliği rencide edilemez, yüzüne veya gıyabına alaya alınamaz, aşağılanamaz, hakaret edilip küçük görülemez, kötü lakap takılamaz, gizli kusurları ifşa edilemez, su-i zanna sebep olunamaz. Yalan ve iftirayı bilmem ki beyana gerek var mıdır?
Nükteler, genellikle karşıdakinin bir noksan yanını yakalamaktan çok, onu ince, gizli ve güzel bir üslupla sunabilmektir. O ince ve gizli manayı herkes çıkaramayabilir. O yüzden mecliste bazen gülünç durumlar da cereyan edebilir. Yani bir nükteyi anlayanlar gülmekten kırılırken, bir kısmı anlamadığından bön bön bakarlar. Zaten gülmekten kırılanlar, onları da görürlerse, tabiri caizse gülmekten geberirler.
İşte size bir zeki adamdan birkaç nükte:
Şair-i A'zam Abdülhak Hâmid'in cenazesine İbnülemin Mahmud Kemal Bey de katılır. Gümüş Caddesi'nde ilerleyen cenaze alayının en ön safında verini alır. Bu sırada meşhur gazetecilerden Hakkı Tarık Us, Üstadın koluna girer ve bir ara:
- Zavallı çok çekti! diye söylenmeye başlar. Üstad dayanamaz ve Hakkı Tarık Bey'e şöyle mukabele eder:
- Ne çektiğini ben sana söyleyeyim: Akşamları mey çekti, dilberleri sinesine çekti, hazineden para çekti!
Evet, milli şairimiz, istiklal marşı şairimiz gurbet ellerde aç gezerken, “hamallık da olsa yaparım” diyerek iş ararken, ailesi per perişan dağılırken, kendisi de otel odalarında yapayalnız ölürken… batılılaşma şairi, özellikle de genç İngiliz eşi yüzünden haysiyet ve şerefi hakkında tonlarca söz söylenmiş bir şair, “Şair-i A'zam” denerek “hazineden para çekti” ve sayesinde “Akşamları mey çekti, dilberleri sinesine çekti.”
Öldüğünde de Mehmet Akif gibi üç beş üniversitelinin omuzlarında kaçak göçek değil, devlet töreni yapılarak merasimlerle gömüldü. Bu devrana ancak tükürülür be!
Ne diyelim, O’na da Akif’e de çektirenler utansın!
Hazretin bir başka nüktesi de şöyledir: On beş bin ciltten meydana gelen ve büyük bir bölümü yazma eserlerden oluşan kitaplarını bağışlayarak "Millet Kütüphânesi”ni kuran Ali Emiri Efendi de -İbnülemin gibi- nev'i şahsına münhasır ilim adamlarındandı. Belki de bekârlığın etkisiyle temizliğe o kadar dikkat edemiyordu. Yahut bu işlere yeteri kadar vakit bulamıyordu. Dolayısıyla kılığı kıyafeti biraz perişan duruyordu.
İbnülemin ile Ali Emiri Efendi, arada sırada birbirlerine darılmalarına, hatta kalem mücadelelerine girişmelerine rağmen, yeri gelince şakalaşmaktan, nükte yapmaktan kendilerini akmıyorlardı.
gir gün Mahmud Kemal Bey, Gedikpaşa civarında Ali Emiri Efendi ile karşılaşır. Söze, Emiri Efendi başlar.
- Dün gece beni şeytan aldattı! Hamama gittim, bir güzel yıkandım.
Mahmud Kemal Bey sorar:
- Üzerinde kâğıt kalem var mı?
- Ne yapacaksın?
- Seni her gün aldatması için şeytana mektup yazacağım!
Haksız mı yani? “Temizlik imandan gelir”se, bunu alimler bilmeyecek de kimler bilecek?