Çaldıran yolunda hazırlanan “andıç”!
Tarihte zaman zaman maalesef ordu siyasete müdahale etmiştir... Zaman zaman da ordu siyasete karşı isyan etmiştir.
Yavuz’un Çaldıran Seferi (Mart 1514’de başladı) sırasında olanları hatırlayalım...
Yavuz Padişah’ın yüreğine “İslam Birliği=İttihad-ı İslam” ateşi düşmüştü. Çocukluğundan beri bu konuya kilitliydi: “Dünyada İran, ahirette cinân (cennetler)” diyordu. Bunun için önce padişah olması lâzımdı. Babasını bir engel olarak görmedi: “İdeallerimin önüne babam bile geçse yürürüm” diyecek kadar büyük bir kararlılık gösterdi. (Resimli Osmanlı Tarihi, cilt: 1 ve Yavuz’un hayatını geniş olarak anlatan Şehzâde Selim, Şirpençe, Mısır’a Doğru isimli üç çalışmam; Nesil Yayınları, 0212 551 32 25). Bu kararlılık içinde babasının ordularını yenip padişah oldu. Ama kimi kardeşleri isyan etti. Bu yüzden az daha devlet yıkılıyordu. Onları da bertaraf etti.
“Ahirette cinan” (cennetler) hedefinin özü “İslâm Birliği”ydi, bu sebeple kendini “İttihad-ı İslâm”ı sağlamaya adadı. (Başarı, umut ve hedefle ilgilidir. Bir gün hedefine ulaşmmak isteyen, her gün umudunu diri tutmak zorundadır.) Bunun yolu hilâfetten geçiyordu. Mısır’ın üzerine yürümek lâzımdı, ancak Şah İsmail Anadolu’yu karıştırırken, bunu yapamazdı. Öncelikle Şah İsmail bertaraf edilmeliydi. Onu bu fikrinden vazgeçirmeye çalışan komutanlarına söyledikleri özetle şudur:
“Ben bu saltanatı, ümmete hizmet içün pederumun elinden aldum ve ıslâh-ı âlem (insanların ıslahı ile mutluluğu) uğruna birader ve biraderzadelerimi (kardeşlerimi ve çocuklarını) feda eyledum... Ben uykularımı, rahat ve huzurumu terk ile din-i mübînin te’yidine uğraşıyorum. Eğer İslâmı ihyâ etmek (geliştirmek, hayata geçirmek, yaşamak ve yaşatmak) maksudunuz (isteğiniz, niyetiniz) değilse, benum de nefs-ül emirde saltanata kat’a hevesum yoktur.” (Eğer bu yoldan hedefe gidemeyeceksem, sizin de böyle bir amacınız bulunmuyorsa, padişahlıkta gözüm yoktur).
Şah İsmail’in üzerine yöneldi. Yol meşakkatliydi. Ordu üç aydır süren yürüyüşten yorgundu. Şah İsmail ise çekildiği yerleri yakıp yıkıyor, adeta kuru çöle döndürüyordu. Amacı, Osmanlı ordusunu yıldırıp geri döndürmekti. Zaten ordu içinde casusları vardı ve bunlar moral bozmaya çalışıyorlardı.
Bir süre sonra yeniçeri çorbacıları (subayları) mırın-kırın etmeye başladılar: “Bu ıssız vadilerde daha ne kadar yürüyeceğiz?”
Derken isteksizlik yeniçerilere de bulaştı: “Etrafta düşman gözükmüyor, kaçan düşman mağlüp sayılır; gereksiz yere daha ne kadar zahmet çekeceğiz?..” demeye başladılar.
Birkaç gün içinde olay büyüdü. Dal budak saldı. Yeniçeriler geri dönme isteklerini Padişah’a arz etmesi için, Padişah’ın çok sevip güvendiği çocukluk arkadaşı Karaman Beylerbeyi Hemdem Paşa’yı görevlendirdiler.
Hemdem Paşa, ordunun daha ileri gitmek istemediğini Padişah’a arz etti. Ancak, şiddetle cezalandırıldı. Başından oldu. Yerine Zeynel Bey tayin edildi. Padişah’ın aşırı kararlılık vurgusu, bir ölçüde başarılı olduysa da uzun sürmedi. Bir süre sonra yine homurdanmaya başladılar.
Yavuz Padişah, “Geri dönmeyi teklif edenin boynunu vurdururum!..” diyerek konuyu kapatmak istiyordu; “İstanbul’a ya zaferle döneceğim, ya da tabutla!”
Bunun bir “taht savaşı” değil, bir “baht savaşı” olduğunu biliyordu. Amacı, inançlarını siyasallaştırarak Anadolu halkının arasına “fitne” sokan Şah İsmail’i durdurmak, hatta Tebriz’i almaktı. (İnancın siyasallaştırılmasının zararı hem siyasallaştıranlara dokunur, hem de inançlara).
Safevî casusları ordunun içine kadar sızmışlar, yeniçerileri etkilemişlerdi. Memnuniyetsizlik giderek arttı. Nihayet, Eleşkirt civarında Otağ-ı Hümayün’u (Padişahın çadırı) ok ve kurşun yağmuruna tutacak kadar vahim bir noktaya geldi.
Yavuz Padişah o sırada Otağ-ı Hümayun’da kurmaylarıyla bir toplantı halinde idi. Oklar ve mermiler yağmaya başlayınca, otağdaki paşalardan bazıları şaşırdı, bazıları ürktü. Yavuz Padişah ise anında durumu kavradı. Ne şaşkın, ne de ürkmüş görünüyordu. (Liderlik normal zamanlarda ahkam kesmek değil, kargaşa anlarında kararlı olmaktır.) Hiç tereddütsüz ayağa fırladı:
“Bu ne densizliktir bre?..” diye gürledi.
Kendisini engellemek isteyenleri acı kuvvetiyle savurup dışarı çıktı: “Atımız!..” diye bağırdı.
Getirilen atına bir hamlede atladığı gibi şaha kaldırdı. Çadırına ok ve mermi yağdıran yeniçeri serkeşlerinin üzerine doludizgin sürdü. Kılıcını çekerek haykırdı: “Bre!.. Bu ne rezilliktir?”
Derin bir sessizlik oldu. O sessizlik içinde Yavuz Padişah’ın gür sesi patladı:
“Maksadımız henüz hasıl olmadı, düşmanla karşılaşamadan dönmek ihtimalimiz yoktur... Biz Şerîat-ı Ahmediye’ye muhalif hareket edenleri yola getirmek için bu serhatlara kadar gelmişken, bir takım gayretsizler, bizi yolumuzdan geri çevirmek isterler. Biz, katiyen yolumuzdan dönmeyeceğiz! Ululemre itaat edenlerle, kastettiğimiz yere kadar gideriz. Kalpleri zayıf olanlar, ehlü iyâllerini düşünenler ve yol zahmetini bahane edenler, kendileri bilirler. Dönerlerse dîn-i mübîn yolundan dönerler. Eğer bahane, ‘düşman gelmedi’ ise, düşman daha ileridedir. Er iseniz benimle beraber gelin ve illâ ben tek başıma da giderim!”
İşte bu çıkış kargaşayı önledi. Hezimeti zafere dönüştürdü.
Ve bu kararlılık sayesinde Çaldıran Seferi zaferle sonuçlandı. (23 Ağustos 1514).
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.