Varak pâre!
“Varak pâre”nin ne demek olduğunu bilen var mı? Artık unutulmuş olan bu deyim bir zamanlar çok sık kullanılırdı. Bilhassa, gazeteler için. Bir gazetenin haberlerinin, yazılarının değersizliğini, güvenilmezliğini anlatmak için “varak pâre” der geçilirdi. Bütün gazetelerin yeri geldiğinde bu sıfatla anıldığı kolaylıkla tahmin edilebilir! Fikrimize-zikrimize uymayan gazetelerin böyle tesmiye edilmesi çok sık rastlanan bir durumdur çünkü. Gazeteler de birbirlerini sık sık “varak pâre” olarak anarlar, adlandırırlardı.
“Varak” kelimesini günümüzde her hâlde yazma kitaplarla ilgili olanlarla, klasik süslemecilik yapanlar dışında kullanan yok.
Halbuki bir zamanlar şu mısra dillerden düşmez, atasözü gibi kullanılırdı:
Güle gûş ettiremez yok yere bülbül inler
Varak-ı mihr-ı vefayı kim okur kim dinler
(Bülbül, sesini güle işittiremez, boş yere inler; sevgi ve bağlılıkta sebat ifadesini kim okur kim dinler?)
Varak “yaprak” demek. Yazma kitaplar yaprak olarak tasnif edilir. İki sayfa bir yaprak eder. Varak ayrıca, altın yaprağı veya yaprak haline konulmuş altın veya gümüş demektir.
“Varak pâre”nin günümüzdeki söylenişi “kağıt parçası”dır. Değersiz yazı veya gazeteyi nitelemekte kullanılır.
“Kağıt parçası!” Burada durmamız gerekiyor! Çünkü bu ifade son günlerde çok meşhur oldu.
“Kağıt” eskiden şimdiki kadar bol ve değersiz değildi. Hele hele, temizlik maksadıyla asla kullanılmazdı! Zor elde edilen, kıymetli ve üzerine değerli, önemli şeyler yazılan bir şeydi. Kur’an, “Kitap” kâğıda yazılırdı. O yüzden, neredeyse kağıt da kutsal sayılırdı. Eskiler, yolda gördükleri kâğıt parçalarının çiğnenmesine müsade etmezlerdi. Ya alır bir kovuğa sokarlar, böylece muhafaza altına alırlar; ya da uygun bir şekilde imha ederlerdi...
Kağıdı “varak pâre”ye çeviren, değerini düşüren, gazetecilik olmalıdır!
Gazete, 19. yüzyılın başlarında hayatımıza girdi. İlk gazetemiz Takvim-i Vekayi resmî gazete idi ama, bugünkü resmî gazete gibi değildi. Sonra resmî olmayan gazeteler yayınlandı. Önce yabancılar türkçe gazeteler yayınladı, sonra türkler. Âgâh Efendi’yi, Şinasi’yi, Ahmet Midhat’ı, Ebüzziya Tevfik’i, Basiretçi Ali Efendi’yi hatırlatarak geçelim; çok fazla basın tarihine dalmayalım!
Gazetenin, gazeteciliğin önemini vurgulamaya gerek yok. 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren onunla birlikte yaşıyoruz. Çok şikâyet etsek de, beraber yaşamaktan başka çaremiz yok.
Gazetelerimiz, “hürriyet”le birlikte anılır. Düşünce hürriyetinin basılı mecraı olarak bilinir. Elbette, düşüncenin hürleşmesinde basının büyük rolü var. Yine de bu bütün gazetelerin “hürriyetçi” olduğu anlamına gelmez.
Kendisi de ünlü bir gazeteci olan Namık Kemal’in “Hürriyet kasidesindeki” şu beytine uygun bir hayli gazeteci gelmiş ve geçmiştir elbette:
Muîni zâlimin dünyada erbab-ı denaettir
Köpektir zevk alan sayyad-ı bi insafa hizmetten!
(Zâlimin dünyada yardımcısı alçaklardır, köpek insafsız avcıya hizmetten zevk alır).
Tek parti döneminde basın sistemin temel direklerindendi. Tek parti diktatörlüğünü meşrulaştıran en önemli araçlardan biri idi. Hürriyetlerin büyük ölçüde kısıtlandığı bu dönemi hürriyetçi bir devir olarak, hatta altın çağ olarak sunan matbuattı. Sonra, darbecilerin değirmenine su taşıyan, darbelere zemin hazırlayan yine basındı.
21. yüzyılın eşiğinde utanılacak bir vak’a olan 28 Şubat kepazeliğine çanak tutan yine onlardı. Brifinglerde esas duruşa geçtiler, halkın seçilmiş iktidarını hiçe saydılar. Elbette bu arada, gücü yettiğince zulme rıza göstermeyen yayın organları da oldu. Bazı basın mensupları, zulme rıza göstermediği için yine meslekdaşları tarafından gammazlandı ve mağdur edildi...
Günümüzün varak-pârelerini de varın siz teşhis edin!
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.