Türkiye akılcı yönetime çok yaklaştı
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün askerlerin, askerlik suçları dışında sivil mahkemelerde yargılanması yönündeki kanunu tasdik etmesi, bu günlerin sıcağında çok konuşulacak. Fakat Türkiye girdiği yolda devam ederse, gelecekte bu etkiyi uyandırmayacak normal bir uygulama olarak görülecek.
Bir yönetimin aklî, rasyonel prensipler çerçevesinde hareket etmesi, belirli şartların sağlanmasına bağlı. En önemlisi, imtiyaz ve ayrıcalıkların ortadan kaldırılması. Eğer bir dokunulmazlık alanı olacaksa, bu millet tarafından seçilen vekillerle sınırlı olmalıdır. Bunun dışındaki bütün dokunulmaz alanlar normalleştirilmezse, gerçek anlamda rasyonel bir yönetim oluşturulamaz.
Türkiye Cumhuriyeti’nin asker baskın kurucu bürokrasisi, kuruluş döneminde millet adına kendi kendini yetkilendirdi ve yönetimi üstlendi. Türkiye cumhuriyetinde, teorik olarak Meclis seçimle oluşuyordu. Fakat, uygulamada, gerçek anlamda seçim yoktu; siyasî sistemin tek partisinin başkanı cumhurbaşkanıydı ve o bütün milletvekillerini seçiyordu! Meclis bütün kararları oybirliği ile alıyordu! Bunun nasıl bir totalitarizm meydana getirdiğini, diktatörleşmeye yol açtığını, tafsil etmeye lüzum yok.
1946’da Türkiye dünya sisteminin zorlamasıyla, güçlü Cumhuriyet bürokrasisine rağmen serbest seçime geçti. İlk seçim bürokrasinin ağırlığını koymasıyla, istenildiği gibi sonuçlandırıldı. Yine de muhalefet ilk defa Meclis’te temsil edildi. Bir seçim sonra ise, kurucu-kurtarıcı bürokrasinin partisi seçimi açık farkla kaybetti. Türkiye daha bu başlangıçta rasyonel bir yönetime geçebilirdi. Fakat, bürokrasinin imtiyazlarını kaybetmemek için yürüttüğü gizli-açık faaliyetler, bu sonuca ulaşılmasını engelledi; hatta on yıl sonra bir darbe ile başa dönüldü.
1960 darbesi, Türkiye’nin 60 senedir üzerinden atamadığı irrasyonel, gayri aklî bir yönetim sistemi içinde kalmasına yol açtı. Askerî müdahale, müdahale sonrası dönemlerde askerî vesayete dönüştü. 12 Mart müdahalesi, 12 Eylül darbesi ve nihayet 28 Şubat yarım darbesi Türkiye’nin sistemini akıl ilkelerinden, halk hakimiyeti prensibinden uzaklaştırdı.
Türkiye normalleşme adımlarını 28 Şubat’ta geriye çevirdi. 1950’den beri kazanılmış olan hürriyetler ortadan kaldırıldı. Din hürriyeti ciddi olarak kısıtlandı. Hâlâ 12 yaşın altındaki çocuklar Kur’an öğrenemiyor! Buna karşılık, bürokratik sistemin irrasyonelliğini meşrulaştıran ideolojik öğretim sürdürülüyor. Çocuklara neredeyse ana okulundan itibaren Atatürk ikonografisini besleyen bir öğretim yaptırılıyor.
Bu arada her fırsatta Atatürk’ün akılcılığı esas aldığı, ilmin rehberliğini istediği söyleniyor. Fakat en yüksek ilim kurumlarının bile “atatürkçü” yetiştirmekle görevli olduğu kanunlarda yer alıyor! Bu gayri aklilik, bu akıldışılık Türkiye’de hem ilim hayatını, hem yönetimi, hem de yargıyı normalleşmekten alıkoyuyor. İdeolojik kimlik, akliliğin önüne geçiyor. Savunmalar, hak ve adalet ölçüleriyle değil, ideolojik kriterlerle yapılıyor. Anlı şanlı yüksek yargıçların, bir zamanlar ideoloji karşısında tarafsız kalamıyacaklarını beyan ettiklerini hatırlayalım!
Bu uzun sürmüş gayri aklî ideolojik dönem bir şekilde sona erdirilmeliydi. Devletin güçlendiği, ekonominin geliştiği, eğitim-öğretimin yaygınlaştığı, kitle iletişiminin sınır tanımadığı, dış ilişkilerin çok yönlüleştiği, toplum taleplerinin kurumlaştığı bir çağda akıl ilkelerini öne geçirmekten başka çare yoktur. Bir yüksek yönetici halkın seçtiklerini beğenmezlik edemez. Cumhurbaşkanının veya başbakanın hangi nitelikleri taşıyacağını tanımlayamaz. Halkın tercihlerine burun kıvıramaz, onun kılık kıyafeti ile uğraşmaz. Ortaya konulan akli çözümlerî güç kullanarak engelleyemez.
Normalleşme iç duvarları eninde sonunda yıkar, imtiyazları ortadan kaldırır. Eğer iç duvarlar varlığını sürdürüyorsa, imtiyazlar devam ediyorsa, o ülke normalleşememiş, akılcı bir yönetime geçememiş demektir.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.