Yazarın gizli dünyası
İzninizle, bendeniz kendimi “köşe yazarı” olarak değil de (“gerçek sanatçı” dostların affına sığınarak) daha çok “sanatçı” gibi görüyorum...
Ne de olsa serde (bende) romancılık-hikâyecilik var...
Bu yüzden biliyorum ki; sanatçılar çok yalnız insanlardır. Kimisi “ulaşılmaz” bulduğundan, kimisi “gururlu” sandığından etrafımız genelde boştur.
Özel dostluklar ise fazla uzun sürmez. Çünkü dostluk emek ister, vakit ister; sanatçının vakti yoktur oysa, sürekli üretmek zorundadır.
Aslında “gerçek sanatçı” ne gururla ilgilidir, ne gösterişle... Onun ilgilendiği üç şeyden biri “sevmek”, ikincisi “bilmek”, üçüncüsü (tümü içine alan tek) “üretmek”tir...
Çoğu zaman bize ters gelen duruşu, bunları arayışın sancısıdır.
Yalnızlıklarının kaynağı dostlarının azlığından ziyade, “sanatçı” kimliğinde üreyen “yeni oluş”ları keşif seferine çıkmak için sık sık içe dönme mecburiyetleridir...
Yani sanatçının yalnızlığı, bilinçli bir tercihi yansıtır: Üretmek için başka çaresi yoktur!
İşte bu yüzden davetlere nadiren katılırlar. (Aşırı sosyal sanatçı, tükenişin eşiğindeki sanatçıdır) Katılsalar bile mümkün olduğunca gözden ırak bir köşe seçer, kalabalığı değil, kendilerini dinlemeyi tercih ederler.
Duygusaldırlar. Ama duyguları sıradan duygular değildir. Çok karmaşık, çok zevzek, çok renkli, çok yaramaz, çok estetik, çok romantik ve hatta çok çelişkili duygular arasında sürekli med-cezir (gel-git) yaşarlar.
“Çelişki”yi umursamaz, “hata”yı ciddiye almazlar; onlar açısından önemli olan “ilham”dır ki; o da hataların ve çelişkilerin arasından çıkar.
Hayata bakışları kuşkusuz derindir. En küçük ayrıntıyı bile ıskalamaz, pek kimsenin dikkat etmediği yerlere takılır, kolaylıkla mutlu ya da mutsuz olurlar.
Bu yüzden duygu dünyaları yüreklerini zaman zaman incitir, acıtır. Yürek vurgunu, yürek yorgununa dönüşürler. Sık sık hayata küser, sonra yeniden barışırlar. “Normal” yaşamayı bir türlü beceremezler! Bu halleriyle de yadırganır ve yargılanırlar.
“Yaşamayı başaramayan, yazmayı öğrenir” diyen (belki de ben demişim, çünkü bu sözü yazıncaya kadar hiçbir kitapta okumadım) çok haklı: Yaşayanla yazan çoğu kez aynı insan değildir!
Olaylar, sanatçıyı, hem yoğurur, olgunlaştırırken, hem de çok yorar... Yoğun duygusallığı bazen yüreğine abanır, yüreğini yerden yere vurur!..
“Pire”yi hayâl âleminde öyle bir “deve”leştirir ki, gerçekle hayâl bazen iç içe girer de hangisini yaşadığını kestiremez.
Zaman zaman da duygularının enkazı altında kalıp ezilir.
Enkazdan çıkmak için debelenirken hem kendine, hem başkasına zarar verebilir.
Böyle durumlarda yazarın kusuruna bakmayacaksınız: Zira o kendi varlığını yazdıklarına atmış, kendisi koca bir boşluktan ibaret kalmış bir varlıktır!
¥
Çok tanınmış bir yazar, bir gün bana (gözlerindeki nemi saklamaya çalışarak) şöhretin bedelinden yakınmış, hattâ bazı haklarının gasp edilmesinden söz etmişti...
İçinin acıdığını hissetmiştim. Benim de içim acımıştı. Aynı zamanda da çok şaşırmıştım. Çünkü karşımda neredeyse ağlayıp hayatından yakınan insan oldukça güçlü, bir hayli etkili, çevresi geniş, dostları arkadaşları bol, sevilen, sayılan bir insandı: Adamakıllı da ‘meşhur’du.
Yani çoğumuzun yerinde olmak isteyeceğimiz bir konumdaydı. Fakat o an çok çaresiz ve mutsuz görünüyordu.
O gün değil, ancak yıllar sonra yazarımızın mutsuzluğunun ve çaresizliğinin sırrını çözdüm...
O salt kendisi olduğu için sevilmek istiyor; fakat hayata katkılarından dolayı seviliyordu...
Kendisine değil, hayat görüşüne saygı duyuluyordu...
Kişiliğinden ziyade, işlevini benimsiyorlardı.
O ise “kendisi” olmak istiyordu. Sevilecekse öyle sevilmeli, öyle sayılmalı, öyle benimsenmeli, herkes kadar “hata” hakkı olmalıydı.
Hâlbuki insanlıktan çıkarılmış, sevenleri tarafından “insanüstü bir varlık” konumuna yüceltilmişti. Dolayısıyla hiçbir “hata” payı kalmamıştı.
Sürekli “doğru düzgün” olmak zorundaydı...
Doğru düzgün giyinmek zorundaydı... (Biraz uçuk bir kıyafet taşımaya hakkı yoktu.)
Doğru düzgün konuşmak zorundaydı... (Boş söz söylemeye, şaka etmeye hakkı yoktu.)
Doğru düzgün yerlerde gözükmek zorundaydı... (Ayakta yemek yeme hakkı bile yoktu.)
Formel bir yaşam sürmeye mecburdu; kısacası azıcık “çocuk” olmak, azıcık “deli” olmak, “çocuk” ve “deli” olup, yerine göre azıcık dağıtma hakkı yoktu.
Mesela, oturduğu sitede bisikletle tur atmasını yakıştıramazlardı...
Motosiklet kullanmaya kalkışmasını yargılarlardı...
Eşofmanla koşsa, çevre tarafından yargılanırdı....
Oğlu ya da torunuyla çimlerin üstünde güreş tutsa, “çocuklaşmak”la suçlarlardı...
Üstelik çocuk olduğunu bağırsa bile inanmazlardı.
Oysa insan ne kadar “çocuk” olursa, o kadar iyi yazar olur! Çünkü çocuk olmak, kirlenmemek, temiz kalmak, saf olmaktır!
Anladım ki; şöhret gerçekten de “âfet”miş!
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.