Yavuz Bahadıroğlu

Yavuz Bahadıroğlu

Evimiz ve kullanılmayan eşyalarımız

Evimiz ve kullanılmayan eşyalarımız

Osmanlıların yüksek tavanlı, geniş sofalı, bahçeli meskenlerini gördükçe, arsa bolluğunda diledikleri gibi yayıldıklarını düşünür, mimarinin insan karakteri üzerindeki etkilerini hesaplamazdım...
Mimarinin insan karakteri üzerindeki etkilerini çok sonra öğrendim. Meğer atalarımızın geniş yürekli, sabırlı, azimli ve hayırsever oluşlarında, yaşadıkları mekânların etkisi varmış...
Meğer yüksek tavan can sıkıntısını azaltır, insanın kendini daha rahat ve mutlu hissetmesini sağlarmış...
Karşılıklı pencereler komşuluğa açılır (üst üste bindirilmiş balkonların kapıları ise kavgaya açılıyor, çünkü balkonlardan alt kattaki komşunun başına halı-kilim silkeleniyor), bahçede, çiçeklerin arasında yapılan yürüyüşler kilo sorununu çözer, bahçeyle ilgilenmek stres alırmış...
Neden bu kadar sinirli, öfkesi burnunda, stresli, kilolu, sıkıntılı olduğumuzu şimdi daha iyi anlıyorum. Yaşadığımız mekânlar küçüldükçe küçüldü, tavanlar alçaldıkça alçaldı, pencereler ufaldıkça ufaldı, birbiri üzerine bindirilmiş “daire”ler ise yükseldikçe yükseldi...
Git gide evler “daire”ye, daireler “site”ye, siteler “residence”a dönüştü... Anlamsız bir yabancılaşma içinde dönüp duruyoruz.
Yani, geleneksel mimarinin dışına çıkmakla aslında geleneksel karakterimizin de dışına çıkmış olduk: Toparlayamıyoruz.

Dairelerimiz çok küçük olmasına rağmen, çoğumuz salonlarımızı kullanmıyoruz. Neymiş efendim: Her an misafir gelebilirmiş! Bu yüzden eşyalar eskitilmemeli, misafir için daima yeni ve daima hazır tutulmalı imiş...
Böylece evimizin en aydınlık, en geniş ve güzel bölümünü, gelip gelmeyeceği bile belirsiz konuklara tahsis etmiş bulunuyoruz. Ev halkına “girmek yasak!” Sadece levhasıyla tel örgüsü eksik. Ev halkı salondan arta kalan kısma sığışmaya çalışıyor!
Hiç düşündünüz mü: Ne zaman geleceği belli olmayan, bazılarını çok da iyi tanımadığımız insanlara evimizin en mükemmel mekânını açıyoruz da, evin gerçek sahipleri ve emektarları olarak kendimizi neden daracık alanlara hapsediyoruz?
Misafir gelmeden biz gidersek (ölürsek) ne olacak?..
Onca emek ve değer verdiğimiz evimizin en güzel bölümünü mezar olarak mı kullanacağız? Unutmayın: Hiç kimseyi evinin, köşkünün, malikanesinin salonuna gömmezler.

Zaten salonda otursak bile fark etmiyor artık: Eskiden insanların saltanat sürdüğü bu bölümde artık eşyalar saltanat sürüyor!..
En güzel yerde koltuklar oturuyor! Üzerinde çok seyrek olarak yemek yenen kocaman yemek masası bir gösteriş tuzağı. “Amma kocaman yemek masaları var, kimbilir üstünde ne nadide yemekler yiyorlar” desinler...
İrili ufaklı sehpalar, salonda yürümek isteyenlere geçit vermiyor. Hava olsun diye salonun şurasına burasına atılmış küçücük halı ve kilimler insanın ayaklarına dolaşıyor...
Bunlara bir de gösterişli vazolar, yapma çiçekler, mumlar, müzik seti ve televizyon ekleyin.
İçi kullanılması yasak tabaklarla, çatallarla ve incik boncukla dolu kocaman vitrin tüm duvarı kaplıyor...
Ama onca yer tutmasına karşın içindeki tabaklarla ıvır zıvırlar hemen hemen hiç kullanılmıyor. Yüz altmış parça yemek takımından biri kırılsa takım bozulurmuş.
Misafirin işi-gücü yok da bizim yemek takımını mı sayacak?
“1, 2, 3, 9, 119, 159... Sizi gidi!.. Bana yutturamazsınız: Takımda bir eksik var. Oysa bizim yemek takımı tam takım, değil mi hanım?”
Hayatta böyle bir şey olabilir mi? Öyleyse neden kullanmadığımız tabakları yıllar boyu yıkayıp, kurutup, sarıp sarmalayıp vitrine istifliyoruz?..
Sonra bir deprem: Vitrin devriliyor, yepyeni yemek takımları ve incik boncuklar tuzla buz oluyor!
Sen sağ, ben selamet!

Ne mi yapacaksınız?..
Hemen bu akşam tüm aileyi toplayın. Ama ondan önce salonun kapısına kırmızı bir kurdele gerin (hani tesis açılışlarında gördüğümüz türden). Sonra da eşinizle birlikte kurdeleyi kesip salonu ev halkına açın ve artık içindekilerle birlikte tepe tepe kullanın!..
Böylece evinizde eşyanın insana hâkimiyetine bir son verin. Zira hiçbir şey insandan daha değerli değildir.
Sakın “yarın olsun” demeyin: Hayatın yarını yoktur. Allah gecinden versin, ama yarın çok geç olabilir!
Unutmayın: Sadece yaşadığınız “an” sizindir.
“An”ı değerlendirin...
Hayatı ve umudu asla ertelemeyin.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Yavuz Bahadıroğlu Arşivi