Krallar ve dalkavukları Vakit’i sevmez; çünkü!
Hikâyeyi bilmeyeniniz yoktur... Ama tekrar tekrar anlatmakta fayda var... Hele de, “tam yerine rast geldi” ise, bu “hikâye”yi koymakta yarar var... Efendim, “megaloman kral”ın, kendisini sürekli alkışlayan “yalaka” takımı ve “dalkavuk” taifesi yüzünden düştüğü acınası hâli hikâye eden kıssa, kısaca şudur:
“Giyimine düşkün” kral, hemen her “gösterişli tören”den önce yaptığı gibi; “vezir”lerinden birini çağırıp, ülkedeki “terzi”lere duyuru yapmasını ister...
Duyuru şudur:
“Kim en güzel ve en farklı elbiseyi dikerse, onu keseler dolusu altınla ödüllendireceğim!.. Ancaakk, diktikleri elbiseyi beğenmezsem, kelleleri gidecek!”
Ülkenin dört bir yanına dağılan “tellal”lar bu duyuruyu yapınca; terziler “keseler dolusu altın” hayaliyle saraya koşar... Hemen “elbise”ler dikerler ve takdim ederler krala... Ne var ki, kral bu elbiselerin hiçbirini beğenmez... Dolayısıyla bütün terziler, “cesaret”lerinin ve “hayal”lerinin bedelini “kelle”leriyle öderler!..
Tam “terzi de kalmadı, giyilecek bir elbise de” diye düşünüldüğü bir sırada, “uyanık bir terzi” çıkagelir saraya!..
“Ben” der; “Bugüne kadar hiçbir terzinin dikemediği bambaşka bir elbise dikeceğim kral hazretlerine!”
Teklifi kabul edilir... O da, hemen işe başlar... Aradan günler, haftalar geçer... Bir gün, elinde bir “elbise”(!) ile çıkar kralın huzuruna!..
“BU ELBİSEYİ APTALLAR GÖREMEZ!!!”
“Haşmetmeab” der; “Bu elbise öyle bir elbisedir ki; bunu sadece akıllı olanlar görür, ahmaklar ve aptallar göremez!”
Sonra da, kraldan elbisesini çıkarmasını, ‘kendi elbisesi’ni giymesini ister!..
Kral, “iç çamaşırları”na varıncaya kadar soyunur ve “yeni elbisesi”(!)ni giymeye başlar!..
Aslında, ortada “elbise” filân yoktur... Bırakın elbiseyi, gözle görünen bir “kumaş” da yoktur!..
Ama terzi, “bu elbiseyi ahmaklar göremez” demiştir ya, “aptal konumuna düşmemek” için, sesini çıkarmaz!.. Sadece kral değil, etrafını kuşatan “yalaka ve dalkavuk takımı” da hiç sesini çıkarmaz!..
Uzatmayalım...
Sık sık yapılan “debdebeli tören”lerden birinin vakti saati gelir... Kral, “sadece akıllıların görebildiği” bu elbise ile çıkar halkın huzuruna!..
Gariptir, halkın da sesi çıkmaz!..
Bir “çıplak adam” görseler, “meczup var” diye sağa-sola kaçışan insanlarda hiçbir tepki yoktur... Çünkü “dalkavuk vezirler” günler önceden halkı “manipüle” etmiş, onları şartlandırmışlardır!.. Demişlerdir ki; “Kralın elbisesini sadece akıllı olanlar görür, aptallar göremez!”
Hasılı kelâm, halk da “aptal” konumuna düşmemek için, “yeni elbisesi”(!) ile karşılarına çıkan krallarını alkışlarlar, “yaşa, varol” diyerek tezahüratta bulunurlar!..
Gelin, görün ki;
“Entrika”lara aklı ermeyen ufak bir çocuk, gördüğü manzara karşısında kendini tutamaz ve annesinin eteğinden asılarak, bağırmaya başlar;
“Anneee bak!.. Kral çıplak!”
Tahmin edebileceğiniz gibi, olayın büyüsü bozulur ve halk da, kısa bir sessizliğin ardından bağırmaya başlar;
“Aaaa, kral çıplak!”
“KRAL ÇIPLAK” DİYEN, VAKİT’TİR!
Herhalde söylemeye gerek yok... Ufacık çocuğun yaptığını yapmaya “yürek” ister... Onun yaptığı, her babayiğidin harcı değildir... Aslında, çocuğun yaptığı; “herkesin gördüğü ama söylemekten korktuğu” bir şeyi dillendirmektir!..
“Entrika” nedir bilmeyen, “denge hesapları”ndan haberi olmayan, dahası “gerçeği söylemek”le “aptal” konumuna düşeceğini aklına bile getirmeyen çocuk, “onurlu bir çıkış” yapıp, gerçeği, “bütün çıplaklığı” ile dile getirmiştir!..
Hem de;
Bütün “yalaka ve dalkavuk” takımının “maça” derdine düştüğü bir zamanda!..
Bu “hikâye”yi niye anlattım?..
Çünkü efendim, bu hikâye “Türkiye”yi yansıtmaktadır... Etrafınıza bir bakın; o kadar çok “yalaka ve dalkavuk” göreceksiniz ki!..
Yine göreceksiniz ki;
Etraf, “akıllı” olduklarını zanneden “aptal”larla doludur!.. Onların kimi “vezir” ayarında “bürokrat”tır, kimi de “şakşakçı medya!”
Bu hikâyedeki “ufak çocuk” da, şüphesiz gazeteniz Vakit’ten başkası değildir!..
Söyleyin Allah aşkına;
Bu ülkede “kral çıplak” diyen, “denge hesapları” gütmeyen, “entrika”lara aldırış etmeyen, “kelle”sinin derdine düşmeyen ve “gerçeği, sadece gerçeği” haykıran bir başka gazete var mı şu ülkede?..
KİM SORDU, “NEREDEN BULDUN” DİYE!
Söyleyin Allah aşkına;
Güven Erkaya’nın, “eski bir Deniz Kuvvetleri Komutanı” ve üstelik “BÇG fişlemelerinin mimarı” olduğuna aldırış etmeden, öldüğü zaman “hakkımızı helâl etmiyoruz” deme cesaret ve yürekliliğini gösteren bir başka gazete var mıdır?..
Susmayın, hele söyleyin;
Aynı Güven Erkaya’nın, sahip olduğu “en az 6 trilyon lira” değerindeki “daire”leri “fotoğraf” ve “belge”lerle ortaya koyup; “Bu parayı nereden buldun, trilyonluk daireleri hangi parayla aldın?” diye soran, bu cesareti gösterebilen bir başka gazete var mı?..
Bu mesele; “Abdurrahman Dilipak’ın evinin haraç-mezat satılması” meselesi olmaktan çıktı... Bu mesele; “28 Şubat darbesinin mimarlarından hesap sorulması, o sürecin sorgulanması” meselesine dönüştü!..
Söyleyin Allah aşkına;
Sadece “12 Eylül İhtilâli”nin değil, “bütün ihtilâllerden hesap sorulması” gerektiğini cesurca dillendiren bir başka gazete var mıdır Türkiye’de?..
Evet, söyleyin;
“Aaa kral çıplak” deme yürekliliğini gösteren bir başka gazete var mıdır?..
Görüyorsunuz işte;
Malezya’da “bira” içen kadına verilen “kırbaçlama” cezasını günlerdir dillerinden düşürmeyen, son olarak da “Kırbaçlama cezası Ramazan’dan sonraya kaldı” deyip Malezya’nın şahsında, bu ülke insanı üzerinde “mahalle baskısı” uygulayanlar, Dilipak’ın maruz kaldığı “yargısız infaz” ve “linç girişimi”ne kör ve sağır!..
O HERGELE DE GAYET İYİ BİLİR Kİ!
Sorarım size;
“Kartel medyası” dediğimiz gazetelerde, bir tek, evet bir tek yazar “Dilipak olayı”na dair tek bir satır yazdı mı?..
Pardon, “hergele”nin biri yazdı... O da “Dilipak’a sahip çıkar gibi” görünüp, Vakit’e olan nefretini kustu!.. Oysa, bu “hergele” de biliyor ki; Genel Yayın Koordinatörümüz Mustafa Karahasanoğlu, hiçbir zaman “mal-mülk zengini” olmamış, tam aksine bu gazetenin personelini “ev sahibi” yapabilmek için bütün imkânlarını seferber etmiştir!..
O “hergele” de gayet iyi bilir ki;
Mustafa Karahasanoğlu ile birlikte katıldığı bazı “yemek”lerde; Karahasanoğlu da herkes gibi “plastik sandalye”lerde oturmuş, “illa da deri koltuk isterim” diye tutturmamıştır!..
“Koltuk” dedim de; daha birkaç yıl öncesine kadar, Karahasanoğlu’nun evinde “koltuk” bile yoktu, iyi mi?.. Kendisi gibi, evine misafir giden herkes, “yer minderleri”ne otururdu...
O “hergele” de gayet iyi bilir ki;
Mustafa Karahasanoğlu bu gazeteyi kurduğunda, çalışan personeli evlerine bırakmak için, “adeta servis şoförlüğü” yapmış ve “gazetenin tek arabası olan Skoda” ile personeli evlerine bırakmıştır!..
Eğer adı Mustafa Karahasanoğlu değil de, Aydın Doğan veya Güven Erkaya olsaydı, herhalde “malikhane”lerde veya “trilyonluk lüks daireler”de otururdu!.. Ama o, “sıradan insanların oturduğu” bir yerde oturuyor!..
Onun kitabında “üçkâğıtçılık” yoktur!..
Bu millet, “kâğıt üçkâğıdı” başta olmak üzere kimlerin “üçkâğıtçılık” yaptığını, kimlerin “vergi kaçırarak” köşeyi döndüğünü çok iyi bilir!..
Bu millet, “hergele”leri de çok iyi bilir,
Dalaksız “çemkirmen”leri de!..
KENDİ NASIRLARINA BASILINCA!
Her neyse... Biz yeniden mevzumuza dönelim ve soralım:
Sırf “onların mahallesi”nden olmadığı için Dilipak’ın maruz kaldığı “yargısız infaz ve linç girişimi”ne kör ve sağır kalan kartel, Zafer Mutlu’nun kızı Zeynep adına, hem de “belediye arazisi” üzerine “kaçak” yaptırdığı “okul”un yıkılması üzerine öyle bir “vaveylâ” kopardı, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne yüklenip öyle bir “veryansın”a başladı ki, sormayın gitsin!..
Dilipak olayı konusunda “bir tek kişi, bir tek satır” yazmazken, Zafer Mutlu’nun, hem de “kaçak” olan okulu hakkında Vatan’ından Hürriyet’ine, Radikal’inden Milliyet’ine kadar “tam 11 yazar” kalem oynattı, iyi mi?..
Milli Gazete’den Abdülkadir Özkan ağabeyin yazdığı gibi; “Dilipak’ın evi değil de, Hürriyet’çilerden, ya da Milliyet ve Vatan’cılardan birinin evi satılsaydı, acaba ne olurdu?”
Yine Abdülkadir Özkan ağabeyin dediği gibi;
“Yer yerinden oynar, gündemin tek maddesi haline gelir”di!..
Nitekim, “Zafer Mutlu’nun okulu” olayında bunu gördük!..
Görünen o ki;
“Biz” ve “onlar” ayrımı bütün dehşetiyle sürüyor... Medya, “kendinden” kabul etmediği insanlar neye maruz kalırsa kalsın, “üç maymunlar”ı oynamaya devam ediyor!..
Ama bu gazete;
“Biz ve onlar ayrımı”na gitmeden; “haksızlık, adaletsizlik ve zulüm” kime yapılırsa yapılsın, üzerine gidiyor!..
Ama, “yasadışılık”ları da deşifre ediyor!
Hem de, onların “Kralın adamı” oluşuna, “dalkavuk”luğuna, “yalaka”lığına, “hergele”liğine bakmadan!..
Söyleyin Allah aşkına;
Eğer Vakit olmasaydı, bunca “üçkâğıtçı”yı, bunca “rüşvetçi”yi, bunca “yolsuz ve soysuz”u, bunca “dinsiz ve donsuz”u, bunca “hırsız” ve “dalavereci”yi kim yazar, kim “deşifre” ederdi!..
Aslına bakarsanız; “Vakit’ten nefret” edenler işte bu “ahlâksız”lar ve onların “kemik yalayıcısı dalkavukları”dır!.. Vakit’e saldırıyorlar ki; “saltanat”ları ve “konfor”ları bozulmasın!..
Eee, ortada “kral”lar olunca, elbette onların “yalaka ve dalkavuk”ları da olacak!.. Öyle ya, “kral yaşasın” ki, “rant düzeni” devam etsin!..
Söyleyin Allah aşkına, onları “deşifre” eden böyle bir gazeteyi, “krallar ve dalkavukları” hiç severler mi?..
Hele de, her gün “kral çıplak” diyorsak!..
Açılım böyle olur!
Haber ajansları, 17 Ağustos 2009 günü, şöyle bir haber geçmişlerdi: “Elazığ’ın Karakoçan ilçesinde bir askerin elinde bulunan bombanın kazayla patlaması sonucu, dört asker şehid oldu... Er İbrahim Öztürk’ün elindeki bombanın kazara patlaması sonucu kendisiyle birlikte, yanındaki arkadaşlarından İbrahim Yaman, Ali Osman Altın ve Mesut Bulut’un şehid olduğu bildirildi.”
Evet, “ajans”lardan geçen haber böyleydi... Ama “gerçek” böyle miydi?.. Bir gazetenin iddiasına göre; Teğmen Mehmet Tümer, nöbette uyuyan İbrahim Öztürk’ü cezalandırmak için, “pimini çektiği el bombası”nı avucuna koymuş!.. Ve demiş ki; “mandalı bırakırsan ölürsün, bırakmazsan yaşarsın!”
Er İbrahim Öztürk, tam 45 dakika mandala basmış ama avucu terleyince, gümmm!.. Hem kendisi, hem 3 arkadaşı ölmüş!..
Bu kadar “keyfîlik” olmaz!.. Böylesine “insanlık dışı ceza” olmaz!.. Bu, “sadistlik”tir, bu “cinayet”tir!.. Bana sorarsanız, derim ki; “Teğmen Mehmet Tümer bir an önce TSK’dan atılmalıdır!”
Sayın Genelkurmay Başkanı; “eğitimin hangi dilde yapılacağı”na veya “Kürt açılımının nasıl olacağı” ile ilgilenip, üzerine vazife olmayan “kırmızı çizgi”ler çizmek yerine, “kendi işine bakmalı” ve 4 askerin ölümüne sebep olan “Teğmen”in askerliğine son vermelidir... Ya da; o teğmenin eline “pimi çekilmiş bomba” vermelidir ki, ceza neymiş görsün!