İnsâfın o yerde nâmı yok mu?
Gazete yazılarını hecelemeye başladığımda önce CHP-Adalet Partisi zıtlaşmasını fark etmiştim; sonra o kutupluluk sağ-sol kavramlarında yuvarlandı ve yuvarlandıkça belirginleşti.
Bu kavramlar sahici bir oluşa tekabül ediyor muydu, hâlâ emin değilim. Yıllar geçtikçe insanları birbirinden farklı kılan şeyin siyasi, fikrî, felsefî içtihat ayrılığından çok karakter renklerinden müteşekkil olduğunu gördüm. Kimseye ahlâk dersi vermek gibi bir ukalâlığa girişecek hâlim yok, bunu nâm-ı hesabıma utanç verici buluyorum: Şahsi içtihadımca karakteri dik tutan omurga, hakikat karşısında takındığımız tavırdır. O omur dizisi dik durduğu müddetçe hangi meşrebe hizmet edildiği ikinci dereceye inip soluklaşıveriyor. İnsanın güzelliği omurgasının her daim dik durmasında.
Tescilli, hükümlü yalancılar bile, kendilerine yalan söylenmesini istemezler; hırsızlar kendilerine ait bir şeyin çalınmasına üzülür, sözünde durmamayı alışkanlık edinenler de kendilerine verilen sözün yerine getirilmesini bekler; öyleyse bütün içtihat ayrılıklarının ötesinde buluşulabilecek sahici bir yer vardır. Ve o yerde omurgayı her şeye rağmen dik tutmak müthiş celâdet gerektirir. Münafıklığı İslâm, sadece dinî bir şey gibi algılamıyor, davranış kusuru olarak niteliyor: "Münafık o ki, konuştuğunda yalan söyler, verdiği sözde durmaz, kendisine bir şey emanet edildiğinde ihanet eder"; Müslüman veya değil fark etmiyor. Dinî mensubiyeti bile o noktada mânâsız kılan bir omurga tarifi bu.
"İnsaf" dediğimiz kavram, ancak omurgası dik duranların soluyabildiği bir iklimdir; evet iklim. Şu hâlimize bir bakalım; insaf kıtlığı yüzünden birbirimize nasıl da hınç duyuyoruz! Dünün polaritesi sağ-sol, bugününki laikçi-dinci. Olmasın demiyorum; Habil-Kabil kıssasından beri Benî âdem birbirini beğenmez fakat ona tabiatını ıslah için insaf öğütlenmiştir. Laikçi cenahta hiç insaf ehli yok mu; o kerih ve sevimsiz tabirle "dinci" cenahta, "İnsâfın o yerde nâmı yok mu?" Şüphesiz içimizde insaf sahipleri hâlâ mevcut ve biz onların yüzsuyu hürmetine yiyecek ekmek bulabilmekteyiz, fakat ne kadar az, ne kadar edilgin yerlerde sessiz duruyorlar. "Adam laikçi ama, doğru söylüyor birader", "Herif dinci minci fakat şu nokta-i nazarı doğrudur; Hakkını ketmetmeyelim" cümlelerine kulak kesilince mânidar bir sükûttan başka ne duyuyoruz?
Birbirimize benzemek zorunda değiliz ama anlamak ve birlikte yaşamak için saygı duymaya mecburuz. Niçin laikçi cenahın en abuk-sabuk sözcülerine gramofon borusu oluyor basınımız? Din nâmına, İslâm nâmına bir şey söyleyenlerin niçin en galîz üslûplusuna, en küstahına, en ağzı bozuğuna dikkat kesilip iklimimizi zehirliyoruz? Basın niçin aykırılıkları ayyûka çıkarmaya memur hisseder kendini; kitleleri niçin galeyân halinde tutmak yerine teskini tercih etmeyiz?
Kabahat hep karşı tarafa ait. Suç niçin hep karşı tarafta; bu kadar tesadüfün üst üste gelmesi bizi niçin şüphelendirmez?
Anladık iktidar oyunu, tiraj, reyting, şöhret vesaire; iyi ama bu oyunun da kendine mahsus bir "fair play"i, bir civanmertlik sözleşmesi var ve bazılarımız için daha mühim olmak üzere ellerimizin yanı başımıza uzatılacağı bir an var. O gün ardımızdan "adam gibi adamdı; yalan söylemedi, emanete hıyanet etmedi, gerçeği çarpıtmadı, ömrünce doğruyu aradı" dedirtmenin marjinal faydası, iki cihanda hükmünü yürütecek kadar değerli değil mi?
Hangi cenâha ait olursak olalım; her birimizi diğerinden üstün ve kıymetli kılan şey fikri-siyâsi içtihâdımız değil; o içtihâdı savunurken belkemiğimizi ne kadar dik tutabildiğimizdir, çünkü dünyanın en yüksek fikri bile çarpık bir karakter üzerinde düz durmuyor.