Tuzu tuzlayalım!

Tuzu tuzlayalım!

Evvelâ küçük bir hatırlatma notu: Emekli paşaların hâtıralarından biliyoruz:


Türkiye'de darbe heveslisi askerler, meşruiyetin kaynağı diye bildikleri yargıdan, basından ve üniversite ulemâsından pek çekinir, en evvel onların tasvibini almaya bakarlarmış! Anayasa, siyasî partiler, Meclis gibi teferruat önemli değil; varsa yoksa bu üçü...

Belki de o yüzdendir; zihnimde 28 Şubat'la ilgili en kötü hatıra, Sincan'da tankları yürüten paşalar değildi; curnataya yetişemediği için komutana rica edip tanklara bir tur daha attırdığı ileri sürülen gazeteciler de değildi; Genelkurmay'daki brifinglere âdeta seğirterek giden iki topluluğun fotoğrafını unutamam: Yüksek yargı mensupları ve üniversite yöneticileri.

Tamam, başka davetliler de vardı, onlar da koşa koşa brifing almak için Genelkurmay'da haazır ve naazır bulunmuşlardı; ayıplasam da her şeye rağmen gazetecileri ve yüksek rütbeli kamu yöneticilerini bir noktada anlıyorum; biri haber, öteki pozisyon kaybetmeme derdinde olanların en azından mâzeretler koğuşunda yatacak yeri var. Rektörlerin ve yüksek hâkimlerin mazereti yok ama!..

Nizamiye medreselerinin kuruluşundan beri ilim tarihimizin dibe vurduğu kara nokta 28 Şubat brifingleridir. Cübbelerini yeldire yeldire 23 Nisan çocuğu edasıyla ellerini dizleri üzerinde itaat edâsında birbirine paralel uzatan "hoca"larımız, yüksek hâkimlerimiz o gün üniversite fikrinin ve hukukun bağımsızlığı-tarafsızlığı prensibinin ölüsünü toprağa koydular. Bitti. İlmin haysiyeti, dokunulmazlığı, özerkliği, iktidarlara karşı mesafeli duruşu, dogmalara karşı serinkanlılığını korumak gibi dışı parlak ama içi boş kavramların üstüne "Emriniz olur paşam!" toprakları atıldı; brifinglerden aldıkları yüksek ilhâmla kendi kurumlarında astlarına mini brifingler vererek üstüne çıkıp toprağı bastırmayı ihmâl de etmediler.

Yüksek hâkimlerimiz; içlerinden biri "Ne işimiz var burada?" diye kendini sorgulamıştır mutlaka ama "Gitmiyorum be, bana kimse hukuk konusunda ayar çekemez" diye alenen diklenmedi. "Başım belâya girmesin diye giderim ama sonra yine bildiğimi yaparım" diye kendini aldatanlar olmuş mudur bilmem; o salonda o fotoğrafı verdikten sonra ne yapılsa boş olduğunu bile bile...

Peki, Çevik Bir ve arkadaşları soruşturmaya alındı diye bir kısmı hâlâ görev başındaki öğretim üyelerini, yüksek hâkimleri de yargılamalı mı? Kesinlikle hayır! Elindeki kadrolu-zimmetli, mülkiyeti devlete ait kamu silahını, "Adam ol, adam olmazsan seni döve döve hizaya getiririm" diye kendi toplumuna doğrultan darbeci askeri mahkemede sigaya çekmenin mantığı var da, emekli olduktan sonra bile "epistemoloji" veya "deontoloji" veya düpedüz "etik", o da olmadı "bilim ahlâkı" denilen ahlâki çentiklerin varlığından habersiz üniversite bürokratlarına, asla hak etmedikleri bir onur bahşederek polis marifetiyle mahkeme karşısına çıkarmanın doğrusu hiç âlemi yok. Değmez ki! O işi vaktiyle ve zamanında mensubu bulundukları "epistemik cemaat"in yapması gerekirdi. Şöyle bir şey: Hiç olmazsa bakışlarıyla, edâlarıyla, "Ne yaptın sen hoca; ne işin var paşaların cemiyetine koşa koşa gidecek?" diyen sorgulayıcı, küçümseyici bakışlarıyla onlara ne kadar değersiz olduklarını hissettirmek, alkışlamamak, yalnız bırakmak, tasvib etmemek...

Peki, var mı bizim üniversitemizde, adliyemizde böyle bir gelenek?

Üzülerek, utanarak cevap veriyorum: 12 Eylül kasırgasında meslektaşlarının 1402 saçmalığına mâruz kalmasını protesto için görevlerinden istifa eden öğretim üyeleri hariç yok! Hukuk ve ilim camiamız, 27 Mayıs darbesinin daha ilk gününde darbecilerin hizmetine girip alkışlayarak bu ülkede hukukun ve bilimin, güçlülerin gözünün içine bakarak var olabileceği yolunda kötü bir içtihat oluşturdu. O gün hukuk ve ilim dünyamızın yıldızları (!), yeleğin ilk düğmesini yanlış iliklediler.

Hayır, yargılanmak lütfunu bahşetmeyelim onlara; fânusa koyup seyredelim!



[email protected]

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi