Mustafa Özcan

Mustafa Özcan

Meşeler altında Almatı

Meşeler altında Almatı

Arap dünyasında Cezayir, Umman Sultanlığı ve Moritanya gibi bir iki devleti istisna edersek hemen hemen hepsini ziyaret etmişimdir. 1990’lı yılların başlarında da Moskova üzerinden Kazan ve Başkurdistan (Ufa) gibi kardeş diyarları ve eski İslâm yurtlarını ziyaret etmiştim. Lakin bir türlü Orta Asya Türk Cumhuriyetlerini ziyaret etmek nasip olmamıştı. Bu yüzden zaman zaman derunumda bu dünyayı ihmal ettiğim hissi uyanmıştır ve üzülmüşümdür. Lakin, 1991 yılı ertesinde bir furya yaşanmıştı.
Doğrusu bu furyanın sürükledikleri veya kurbanları arasında da olmak istemezdim. Nasip ve kısmetimi bekliyordum. Nasibim ve kısmetim bir duru ana rastlamakmış. Nitekim, ramazan münasebetiyle sıla-i rahim için Adapazarına gidiyordum. Yolda; şehirlerarası otobüste telefonum çaldı ve. Telefon, adeta uzun bir bekleyişten sonra vaktin geldiğini iş’ar eden bir duyuruydu ve davetti. Telefonda aziz kardeşim Abdullah Arıduru’nun daveti geldi. Bana ramazan ve iftar programı için Kazakistan’a gelip gelemeyeceğimi soruyordu. Bağcılar Belelediyesi bu sene dördüncüsünü organize ettiği ramazan programı münasebetiyle beni de Kazakistan’a davet ediyordu. Doğrusu hiç yapmadığım bir biçimde ve şekilde kalu bela’dan beri bu daveti bekliyormuş gibi tereddütsüz ve anında sanki daveti kaçırmamak için-eskilerin tabiriyle tehalükle- evet dedim. Sanki bu davet beni küçük sıladan büyük sılaya taşıyacaktı.
Doğrusu başlangıçta seyahatin ve gezinin bu kadar güzel geçeceğini ve güzel bir ülke ve insanlarla karşılaşacağımı ummuyordum. Sanki tarihin müzesinde saklanmış güzel bir yurtla ve diyarla karşılaşacaktık.

Bir iki telefon görüşmesiyle gerekli işlemleri yapmıştık. Derken kafile ile 31 Ağustos günü havaalanında buluştuk. Bağcılar Belediyesi Kültür ve Sosyal İşler Müdürü Kenan Gültürk, Basın Müşaviri Abdullah Arıduru ve Belediye Başkanı Lokman Çağırıcı kafiledeki seçebildiğim simalar arasındaydı. Diğer kafile arkadaşlarını simaen seçemiyordum. Yani tanıdık gelmediler. Yol boyunca onlarla da tanıştık ve ötesinde kaynaştık. Bu defa benim açımdan -kafiledekilerin görüşü de bu yönde idi- çok asude ve tatlı bir gezi oldu. Arkadaşların tabiriyle kafilede çıkıntı yapan ve uyumsuzluk gösteren bir kimse bulunmuyordu. Kimyalar birbirine uymuştu. Hatta on yıldır başıma geldiği gibi bu defa Türk hudutlarını aşarken pasaport kontrolü sırasında isim benzerliğinden dolayı bir takılma ve pürüzle de karşılaşmamıştım. Bunu tefeüle yordum. Gerçekten de gezi bu tefeül ve iyimserliğin gölgesinde ve ışığında sürdü ve hitama erdi. Hatta yaşanılan boyut ile, aynel yakin ve hakka’l yakin mertebelerine ulaştı. Giderken koltukta Hoca Ahmet Yesevi Vakfı Başkanı Abdurrahman Cevher ile yan yana düşmüştük.
Tevafuken dönerken de koltuklarda mücavirdik ve aynı civarı paylaştık. Abdurrahman Cevher, Kazak asıllı mihmandarımızdı. Ailesi Çin mezaliminden Doğu Türkistan’dan kaçarak Türkiye’ye sığınmıştı. Şimdi hizmetleriyle ata diyarındaki kardeşlerine manevi borcunu ödüyor.

5 saat zarfında uçak bizi Anadolu’dan ata diyarına taşıdı daha doğrusu kavuşturdu. Havaalanında az bir vakit bekledik ve bir arkadaşımız rüşvet odasından teğet geçerek kafileye katıldı. Bereket yanımızda Meclis tercümanlarından Almila Hakim gibi gibi sıkıştığımızda imdadımıza yetişecek aracı insanlar vardı ve onlar sayesinde sıkıntılarımızı kolayca ve rahatça aşıyorduk. Kazakistan’a indiğimde tipik komünizmin eski kokusunu hissettim. Bu yanık kokusu gibi bir şey olmalı.
Zira etkisi binaların ve çevrenin üzerine sinmişti ve yılların bile bu etkiyi silmesi zordu. Havaalanı, 10 yıl kadar önce yapılmasına rağmen yetersiz kalmıştı. Gelişmeler planlama ve tasavvurları aşmıştı. Çimkent’e giderken de dönüşte de yolumuz birkaç defa havaalanına düştü ve bu da sözkonusu kanaatimizi pekiştirdi. Baştan, kısa bir vakitte, planladıkları yapının yetersiz kalacağını düşünememişlerdi. Bağımsızlığına yeni kavuşmuş olmasına rağmen Kazakistan cıvıl cıvıl ve Türk cumhuriyetlerinin incisi ve en rahatı.
Baştan beri Nur Sultan Nazarbayev’in isabetli ve hakimane politikaları kendisini gösteriyor ve sayesinde ülkenin potansiyeli açığa çıkmış bulunuyor. Havaalanından sonra birkaç yıldır Türklerin yönetimine geçen ve Kruşçev döneminde yapıldığı söylenen Kazakistan Oteline yerleşiyoruz. Bina restorasyondan geçirilmiş ve girişi ve kabul bölümleri dar olmasına rağmen odaları rahattı. Havadayken yer saatine göre iftar vakti dolmuştu ama havada güneş hâlâ batmamıştı. Cevher ile birlikte idik ve Kahire-Doha seferi sırasında yaşanan bir tartışmayı hatırlatarak iftarı hafif geciktirdik. Sözkonusu yolculukta yolcular karaya göre iftarlarını açmak üzereyken Yusuf Karadavi kükrüyor: “Cemaat! Size ne oluyor güneş batmadan oruç açılır mı ve yenir mi?” diye onları ikaz ediyor. Bu sahneyi hatırlatarak iftarı biraz erteliyoruz sonunda güneş havada da kararıyor ve Abdurrahman Cevher’in hurmaları imdada yetişiyor. Devamını otelde yapıyoruz. Ve midelerimizin hakkını verdikten sonra bir tur için otel dışına çıkıyoruz. Şehri boydan boya ve içten içe kaplayan ağaçların altından yürüyoruz. Kimileri ağaçların kimliğini soruyor. Meşe olduğunu öğreniyoruz. İspatı da alttaki pelitler. Gerçekten de Almatı’da pelitlerin üzerinde ve meşelerin altında yürüyoruz. Sanki köyümdeki Sırt Ormanlarında gibiyim. Daha sonra Çimkent’te de meşeler altındaki yolculuğumuzu sürdürüyoruz.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Mustafa Özcan Arşivi