Muhteremperestler
SEN istediğin kadar Kur’ân’a, Sünnete, fıkha, ahkâm-ı şer’iyeye, Ehl-i Sünnet’e bağlı bir Müslüman ol. Sen, az veya çok bu değerlere hizmet etmiş biri ol. Yine az veya çok bu hizmetlerinden dolayı zulme ve gadre uğramış ol... Yine de onlara yaranamazsın.
Onlar için tek ölçü, tek kıstas, tek mihenk cemaate ve onun başındaki Hazretü’l-Hazerat Muhterem Efendiye körü körüne bağlılıktır.
Bazı fikir, görüş ve re’yleri Kur’ân’a aykırı da olsa kesinlikle onu desteklemelisin.
Peygamberimizin (salat ve selâm olsun O’na) Sünnetine aykırı görüşleri ve inançları varsa, onları da kabul edeceksin.
En ufak bir uyarıyı, en olumlu bir tenkidi kabul etmezler. Hemen zındık damgasını vururlar.
Bazı inançlarının, görüşlerinin, re’ylerinin icma-i ümmete, cumhur-i ulemânın görüşlerine aykırı olmasının önemi yoktur. Onlar ne söylüyorsa, neye inanıyorsa doğrudur. “Ama bu nasıl oluyor?... Bu görüşler Kur’ân’a, Sünnete, icmaya aykırı değil midir?..” diyecek olursan hemen afaroz edilirsin, çarpılırsın. Evet onlar çarpar...
İslâm âleminde elbette çeşitlik, olumlu ve rahmanî ihtilâflar olabilir ve olmuştur da. Ancak bunlar muhtelefün fih (üzerinde çeşitli görüşler serd edilmiş olan) ayrıntılardadır.
Peygamber aleyhissalatü vesselam “ümmetimin ihtilâfı=çeşitliliği geniş bir rahmettir” buyurmuşlardır. Rahmet olan bu çeşitlilik kesinlikle temellerde değildir. Bütün Müslümanlar günlük namazların farz olduğunda ittifak etmişlerdir ama fıkıh mezheplerinde, ayrıntılar konusunda çeşitlilik vardır.
İslâm’ın Yüce Allah katında tek hak, gerçek, geçerli, makbul din olduğunda ihtilâf yoktur. “Muharref dinler de haktır, Teslis inancı da haktır...” diyen sapıtmış olur.
“Muharref dinlerin mensupları da Peygamberlere inanıyor, o halde Peygamberlere iman konusunda onlarla ittifak halindeyiz...” demek yanlıştır. çünkü biz Müslümanlar BüTüN peygamberlere, onlardan hiçbirini dışlamaksızın iman ederiz, onlar ise bizim Peygamberimizi dışlarlar, onu -hâşâ- yalancılıkla suçlarlar. Binaenaleyh Peygamberlere iman konusunda onlarla ittifakımız yoktur.
İlahî kitaplar, melekler konusunda da böyledir. Hele Tevhid konusunda onlarla aramızda çok büyük ihtilâflar vardır.
Bunları dile getirdin mi, çarparlar adamı. Sövüp sayarlar, seviyesizce hakaret ederler.
Sağlam delilleri, güçlü gerekçeleri yok ki, ortaya serip inançlarının doğruluğunu ispat edebilsinler.
Senin elli yıllık bir hizmetin olsun, kesinlikle ona falan bakmazlar. 20 yaşındaki fanatik taraftar senin üzerine kova kova çamur döker.
Bunları öven Mister John Trinity çok muhterem olur, sen ise çok kötü olursun.
Muhterem Efendi, Muhterem Efendi... Onların kozmografyasının güneşi odur. Seyyareler, aylar, her şey ona tâbi olmalı, onun etrafında fıldır fıldır dönmelidir.
Saldırgan bir kâfir Allah’a, Peygamber’e, Kur’ân’a, İslâm’a hakaret eder; Muhteremperestler ya hiç tepki göstermez, yahut cılız bir inilti... Muhterem efendi tenkit edilir, kızılca kıyamet kopartırlar, yeri göğü birbirine katarlar.
Bunlara kim nasihat edecektir?
Ayakları kayıyor... Onları kim uyaracaktır?
çin’den Hint’ten Utanalım Müteşebbis/Girişimci Olalım
DEVLETTEN bir şey beklemeyin. Müslümanlar vazifelerini bizzat kendileri yapsın. Eğitim işlerimiz iyi gitmiyor mu? özel mektepler açalım. Büyük sayıda fakirlerin yardımına koşalım. İşsizlere “balık tutmasını” öğretelim. Malum, aç bir kimseye bir balık verirsen, onu bir öğün doyurmuş olursun, balık tutmasını öğretirsen, ömür boyu ayakta durmasını sağlamış olursun... (çin atasözü)
Müslümanlar müteşebbis=girişimci olmalıdır... Kurda sormuşlar: Ensen niçin böyle kalın?.. Her işi kendim yaparım da ondan demiş...
Devlet yapsın, belediye yapsın, filan genel müdürlük yapsın... Bırakın bu edebiyatı ve kendiniz yapın. Müslümanlar dernekler, vakıflar, holdingler, şirketler kursunlar ve her hizmeti kendileri yapsınlar. Bazı hizmetler için büyük paralar/sermayeler gerekmez. Bin liraya bile hizmet yapılabilir. Meselâ çok güçlü, çok bilgili, çok muktedir bir hocadan önemli bir konuda bir metin yazması istenir. Bu metin matbaada 16 sayfalık bir broşür halinde 10 bin adet bastırılır ve dağıtılır. Küçük de olsa bir hizmettir bu. Bu broşürün bütün kağıt, baskı, teclid masrafları bin lirayı geçmez. Tabiî, yazacak hocanın telif ücreti talep etmemesi gerekir. İlminin zekâtı olarak yazsın!
özel bir okul ucuza mal olmaz. Müslümanlarda böyle pahalı hizmetler için de yeterli para vardır. Yeter ki, ehil uzmanlarla bu işi gerçekleştirsinler. Müslümanların özel okulu, resmî okullardan kat kat üstün, güçlü, vasıflı olmalıdır. öyle okullar açmalıyız ki, Avrupa’dan bile öğrenci gelsin. Böyle bir şey mümkün değil midir? Ne münasebet!.. Vaktiyle Endülüs’teki İslâm okullarına Hıristiyan Avrupa’dan talebe gönderiliyordu. Hatta, bilahare papa olan bir zat bile Endülüs’te tahsil görmüştür. Türkiye’de bir milyon işsize, geleneksel sanatlar öğretilerek iş, aş temin edilebilir. Bunu Müslümanlar yapabilir ancak. Böyle sanatları öğrenenler evlerinde veya küçük atölyelerde çalışırlar, ürettikleri eşyayı satarak geçimlerini sağlarlar. Binlerce vakfımız, derneğimiz, cemaatimiz var. Onlar böyle hayırlı bir kampanyayı niçin başlatmıyor? İstanbul çarşıları ucuz çin ve Hint malları ve eşyası ile dolu da, meselâ Şark Han’da niçin Türkiye sanatları ürünleri yok?
Böyle el sanatları ve zanaatları, hobi olarak öğrenenlere öğretilmemelidir; fakir halka, ekmek derdinde olanlara öğretilmelidir. Hobiciler üretmez, fakirler üretir, pazara çıkarır ve satar. Ucuz da olsa satar. Hindistan’a, çin’e, Arap ülkelerine meraklı, kabiliyetli, istidatlı, ahlâklı, faziletli, çalışkan, idealist gençlerimizi gönderip oralarda onlara yüzlerce çeşit sanat ve zanaat ögrettirmemiz lâzımdır. öğrendikten sonra ülkeye dönerler ve üretirler. üretmek... İşte bize çok lüzumlu bir kavram. İstanbul acayip dev bir şehir oldu. Türkiye’nin üçte biri buraya taşındı. Burada her şey satılır. Adıyaman’dan gelen müteşebbis ve çalışkan vatandaşlarımız etsiz çiğ köfte fabrikaları kurdular... Eskiden burada bulunmazdı, Gaziantepli müteşebbisler kahke adında bayatlamayan nefis kurabiyeler imal edip satıyor. Camekanlı arabalarda sokaklarda satılan simit bile saraylara taşındı. Anadolumuzun bin çeşit yemeği, tatlısı, meşrubatı, çorbası, böreği, ekmeği var. Onlar büyük şehirlerimizde üretilmeli, büyük sayıda vatandaşımıza iş ve ekmek kapısı açılmalıdır.
Bizim gibi zengin bir yeme, içme, gıda kültürü olan bir milletin kolalı, boyalı, aromalı, koruyuculu, kimyalı, zehirli uyduruk içeceklere mübtelâ olması ayıp değil midir? Ek gelire muhtaç ailelerimiz evlerinin bir köşesini atölye haline getirip bir şeyler üretmelidir. Onlara, bu konuda yol gösterilmelidir. İşte bütün bu hizmetleri sivil kuruluşlar yapmaya mecburdur. Bu onların vazifesidir.
Müteşebbis olalım... “Sivil” olalım... kendi yolumuzu kendi kazma ve küreğimizle açalım...
İlk Müslümanlar, daha birinci asırda doğuda çin’e, Batı’da İngiltere’ye gitmişlerdi. Hattâ, Amerika’yı ilk defa Müslümanların keşfettiğine dair ilmî çalışmalar ve araştırmalar var. 19’uncu ve yirminci asırlarda Müslümanlar miskinleşti, tembelleşti, aciz ve beceriksiz bir hale geldi. Artık silkinmek, davranmak zamanı gelmiştir. çin’den, Hint’ten ibret alalım.