Meryem makamındakiler
Meşeler altında yürüdüğümüz gecenin ertesi sabahında kısa da olsa bir şehir turu yaptık. Otobüsümüzle şehrin kuzeyine doğru ufak bir ufuk turu yaptık. Sanki Çamlıbel’e doğru yol aldık. Dağın eteklerinden Almatı sanki Tahran’a benziyordu. Elbruz Dağlarına yaslanmış Tahran’ın kuzeyinde mazgallardan erimiş kar suları akar ve seyrine doyum olmaz ve bu şehre ayrı bir revnak katar. Lakin ormanlık oluşu onu Tahran’dan ayıran en önemli bariz vasfı. Almatı her yönüyle güzel. Dağlar, ormanlar ve bozkır iç içe ve onun ötesinde düzenli bir şehir. Sovyetler döneminde düzenli bir şehir olarak planlanmış; simetrik ve geniş caddeleri ve caddeleri süsleyen ormanları var. Sanki şehirleri orman ve ormanları şehir deniliyor. Asya olimpiyatları için yapılan hazırlıklar arasından Tanrı Dağlarının eteklerine doğru süzülüyoruz. Ve derbentler ve küçük setleri ve barajları aşarak sonunda yukarıda bir düzlüğe doğru ulaşıyoruz. Burada mola veriyoruz ve bize söylenen bu dağlar ve ulu ormanların Kırgızistan’a kadar uzanıyor olması. Deşt-i Kıpçak’ın bir parçası olan Kazakistan alabildiğine uzanan bozkırlardan teşekkül ediyor. Galiba Türk dünyasının en dağlık ve ormanlık bölgesi ve ülkesi Kırgızistan. Mikatı Musa gibi dağın eteğinde ulaştığımız düzlük bizim için sınır oluyor ve daha ötesine geçemiyoruz. Burası Tur-u Sina’nın değil Tanrı Dağlarının mikatı. Mikattan geri dönüyor ve şehre iniyoruz. Şehir turunda ilk yaptığımız işlerden birisi öğle veya ikindi namazı için bir cami aramak oluyor. Ve şehrin Merkez Camii olan ve 10 yıl kadar önce bizzat Nur Sultan Nazarbayev tarafından yaptırılan Merkez Camii’ne gidiyoruz. Oraya vardığımızda ‘burasını bir de Cuma günü görün’ diyorlar. Gerçekten de bu cami ve etrafındaki hareketlilik komünizmden sonra yeniden sürgün veren ve yeşeren Kazakların İslâm tutkusuna şahitlik ve tanıklık ediyor.
•
Bu tutku Türklerin İslâmiyet’e aşkla ve şevkle bağlanmasının ve sarılmalarının bir tezahüründen başkası değil. Tanrı Dağlarının eteklerinde bir zamanlar Tanrı Ordusu yaşamış işte Kazaklar onların bugünkü torunları. Namazlarımızı eda ettikten sonra dışarıya çıkarken gözümüze iki Kazak kızı ilişiyor. Diğerlerine pek benzemiyorlar. Yüzleri hariç tesettüre bürünmüşler ve ellerindeki silgeç ve çaputlarla cami avlusunu ibadet aşkıyla siliyor ve temizliyorlardı. Kafilemizden bazıları kızların hizmetli veya temizlik görevlisi olup olmadığını yani bu hizmeti para karşılığı yapıp yapmadıklarını öğrenmek istiyor. Ve civardan sorup soruşturuyorlar. Öğrendiğimize göre, kızlar kendilerini caminin hizmetine adamışlar ve temizliği para karşılığı değil, karşılıksız fisebilillah yapıyorlar. Kendilerini yaptıkları işe vermeleri ve bunu bir ibadet bilinciyle ve huşu ile yapmaları durumlarını zaten ortaya koyuyordu. Cılız ama sülün gibi kızlardı. Mahcup bir eda ile işlerine yoğunlaşmışlardı. Bu manzara bana Al-i İmran’ın erkek çocuklarını Mabede adamış iken çocuklarının kız olması karşısında geçirdikleri şaşkınlığı ve o kızın (Meryem) erkeğin yerini alarak Mabedin hadimi olmasını hatırlattı. Mabedin başsadini ve görevlisi Hazreti Zekeriya (Aleyhisselam) ne zaman Mabede girse Meryem’in kerametiyle karşılaşır. Ve Meryem beklenen erkeğin yerini bihakkın aldığı gibi sonrasında da betül sıfatıyla beklenen Hazreti İsa’nın annesi olur. Genellikle nübüvvet şartlarında İslâm mezhepleri zukuret yani erkekliği şart olarak görseler de bazı görüşlere göre, Hazreti Meryem ve Asiye gibi kadınlar da erkek olmadıkları halde peygamberlik makamını ihraz eden kadınlar zümresindendir.
•
Kur’an bize ‘Hazreti Yusuf’un dilberlerinden veya ayartıcılarından’ bahseder. Peygamberimiz, kadınların işve ve nazını anlatmak için Hazreti Yusuf’un ayartıcıları ifadesini (sevahibi Yusuf) kullanır. Benzetme yapar. Bunlardan birisi şüphesiz kıssanın kahramanı, cilveleriyle Hazreti Yusuf’u kendisine bende etmek isteyen ve kıssacıların adlandırmasıyla Zeliha veya Züleyha’dan başkası değildir. Kendisini insan güzeli Yusuf’a adayanlar olduğu gibi mabedlere adayanlar da vardır. Bunlara, Meryem timsali olanlar ve Meryem makamındakiler diyoruz. İşte Almatı kızları arasında Yusuf’lara adananlar olduğu gibi kendilerini mabede adayanlar da çok. Genelde Kıpçaklar arasında yani Kazak ve Tatarlar arasında kadın unsurunun ve figürünün baskın bir figür olduğunu görüyoruz. Sosyal ve iş hayatında onlar öncü konumdalar. Lakin camide de farklı değiller. 1991 yılında Kazan ve Başkurdistan’a yaptığımız seyahat ve gezi esnasında yeni yapılan onlarca cami gördük. Burada mütemadiyen dindar kadınlar önsaftaydılar. Sanki camilerin sakinleri onlardı. Yine Çimkent ve Türkistan ziyareti dönüşünde Cuma namazını eda ettiğimiz Merkez Camii’nde her kıyafette kadınların camiye akın ettiklerini görecektik. Bazıları bu kadınların yeterince kurala uymadıklarından şikâyet ediyorlardı. Esasında camiye gelenlerin büyük kısmı aidiyetten ve İslâmiyet muhabbetinden geliyordu. İşlenmemiş cevher konumundaydılar. Zamanla bunlar imbikten ve kuralların işleminden geçecekler ve durulacaklardı.
Lakin bizim sabrımız kıt. Bunlardan bir kısmı da kuralları öğrenmiş ve onları icra ediyordu. Kuralları öğrenen ve başörtüsü takanların önemli bir kısmının Türkiye’den giden hizmet ehlinin ve erlerinin irşadıyla bu kıvama geldiğini öğreniyor ve seviniyoruz. Namazdan sonra bir genç geldi ve kadınların kurallara uymayan halinden şikâyet etti. Biz de kuralların zamanla oturacağını ve endişe etmemesi gerektiğini söylüyoruz. ‘Mala yüdreku kulluhu la yütreku kullehu’ yani tamamı elde edilemeyen tamamen terk edilmez kuralını hatırlıyoruz. Modernizm dini kadın üzerinden yıktı. Yiğit düştüğü yerden kalkarmış ve galiba modernizm de aynı şekilde kadın üzerinden yıkılacaktır. Kadınların şefkat ve samimi dindarlıkları ve bunların mücessem hali olan Hazreti Meryem’in izindekiler şüphesiz modernizmi alt edecekler. Yine yiğit düştüğü yerden kalkacak.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.